Müminlerin vasıflarından birisi de ğayba iman etmeleridir. Kur’ân’da müminlerin vasıfları anlatılırken ğayba inandıkları da belirtilir.
اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ
‘Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.’[1]
Yukarıda alıntıladığımız ayette Cenab-ı Allah müminlerin ğayba inandıklarını överek anlatmaktadır.[2] Yani müminlerin ğayba imân hususu Allah azze ve celle’nin övgüsüne mazhar olmuştur. Ancak bahsedilen bu hususiyetin/ğayba imân etmenin övgüye mazhar olması ilk etapta akla ters gelmektedir. Zira ğayb bilinmeyen ve hislerle hâkim olunamayan bir alanı ifade etmektedir. Buna rağmen Kur’ânda müminlerin bu hususiyeti neden övgüye mazhar olmuştur? Amiyane tabirle ‘Orda bir köy var uzakta, gitmesekte görmesekte o köy bizim köyümüzdür.’ ifadesinde saklı olan mânâ ile ğayba imân hakikatı aynı seviyede midir? Ya da Kant’ın ifadesiyle pratik akılla/praktische vernunft izah edilemeyecek bir alan mıdır?[3]
Bu sorunun cevabını evvela belâğat kâidesiyle izah etmeye çalışalım; Ğayb bilinmeyen, görülmeyen veya meşhûd olmayan alan olduğuna göre neden ona olan imân övgüyle bahsedilmiştir, sorusu belâğete ait kâideler çerçevesinde şu şekilde izah edilebilir. Belâğat ilminde ‘Bir kelâmın mânâsı malum ve bedîhî ise o mânâ murâd değil onun bir lâzımı, bir tabiî murâddır.’[4] Dolayısıyla müminler görülmeyen ve bilinmeyen bir alana adeta meçhul olan bir şeye imân etmelerinin kasdedilmesinin mümkün olmadığı sonucu bu belâğat kâidesinden hareketle rahatlıkla çıkarılabilir. Yani âyette zikredilen ifadenin bir lâzımı murâd olsa gerektir.
Kur’ândaki bu ifadeden murâd olan lâzımını tespit etmek için Fahreddin er-Râzîye müracaat ediyoruz. Râzî ğaybın iki çeşit olduğunu, birinin deliller vasıtasıyla kendisine ulaşılabileceğini diğerinin ise delillerle kendisine ulaşılamayacağını ifade etmiştir.[5] Râzî’nin ifadesinden yola çıkacak olursak âyet-i kerimede müminlerin övüldüğü nokta, meşhûd olmayan bir alan olmakla birlikte delillerle, aklın çıkarımlarıyla tespit edilebilecek bir alana imân edip bu imândan caymamaları, sebât etmeleri noktasının övgüye mazhar olduğunu anlayabiliriz.
Peki insanların dünya imtihanını kaybedip kazanmaları kendisine bağlı olduğu, cenneti kazanıp kaybetmenin kendisine bağlı olduğu ğaybı bilmek, idrâk etmek mümkün müdür? İnsanın kapasitesi bunu kaldırabilecek güçle donatılmış mıdır? Yani sanat eserini gördükten sonra sanatkara intikâl etme kudret ve kabiliyeti insanda varmıdır?
Evvela islâm uleması ğaybı tanımlarken ikiye ayırmaktadırlar;
- Ğayb-ı mutlak
- Ğayb-ı nisbî
İnsanoğlunun kavramakla, anlamakla mükellef olduğu alan nisbi ğayb alanıdır. Yani biraz uğraşmakla veya çabalamakla anlaşılıp idrak edilebilecek bir alandan insanoğlu rabbine karşı sorumlu tutulmuştur. Tabiri caizse üzerinde tenteneli perdenin[6] olduğu, azıcık bir dikkat ile keşfedilmeye müheyya bir alanı keşfetmekle mükelleftir insan.
Nisbi de olsa netice itibariyle insan açısından ğayb olan bir alanı insanoğlu nasıl keşfedip imtihandan başarıyla geçecek?
Bunun için Allah (c.c.) aklî, naklî, hissî ve tecrübî deliller koyarak insanların Rabblerine istediklerinde rahatlıkla ulaşabilecekleri âyetleri afakî ve enfüsî sahalarda koyduğu gibi bu delillere ulaşabilecek kanalları da insanın maddî ve manevî yapısında yerleştirmiştir.
Biz evvela kainatta insanı Rabbiyle buluşmasını sağlayacak deliller üzerinde kısaca duralım.
1. İnâyet delili: Yani kainatın sahibinin yardımı olmadan mevcudat üzerine takılan sayısız hikmetler ve yarıtılıştaki mükemellik kendiliğinden meydana gelemez.[7]
2. Hudûs delili: Bütün mevcudatın ölümlü olması sonradan yaratıldığını, başka bir şeyi yaratabilecek kuvvete sahip olmadığını gösterir.[8]
3. İhtirâ delili: A’raz veya arizî olan varlıklar ezelî bir vasfa sahip olamazlar. Bütün nevilerin silsilesi bir anne ve babaya dayanır. Yani sonsuza kadar gitmez. Dolayısıyla bütün mahlukât yoktan yaratılmışlardır.[9]
4. İmkân delili: Mevcudat belli bir kalıba girmeden önce milyonlarca ihtimal arasında seyrederken birden bir ihtimal seçilip muntazam bir vaziyeti bir kasd ve irade ile alıyor.[10]
5. Teselsül delili: Varlıkların görünen zahiri sebepler üzerinden devir metoduyla sonsuza kadar gidemiyecekleri anlatılmak istenir.[11]
Yukarıda zikredilen delilleri özellikle kelâm alimleri, kaynağını kur’ândan alarak biraz da mantık ilminin kur’ânla barışık olan prensiplerinden istifade ederek Allahın varlık ve birliğinin aklen mümkün olduğunu telif etmiş oldukları kıymetli eserlerle hem müminlerin imânlarını takviye etmeye çalışmışlardır, hem de inkarcılara karşı müdellel cavaplar vermişlerdir.
Kelâm alimlerinin her ne kadar ucu Kur’âna dayansa da mantık ilminin prensipleri doğrultusunda sistematize ettikleri bu delillerden bütün insanların istifade etmelerinin mümkün olmadığını anlamak zor değildir. Peki o halde müsbet mantık ve felsefeden bihaber olan insanlar bu delillerden nasıl istifade edeceklerdir?
Bediüzzaman hazretleri kur’ânın Allahı bulmada irşad ettiği yolun kelâm alimleri ve feylesoflarınkinden daha umumi ve daha geniş bir spektruma sahip olduğunu ifade eder. En amî bir adamdan en dahi bir feylesofun birlikte istifade edebilecekleri ortak bir sofra mahiyetindedir kur’ân tariki. Kur’ân kainattan cüzî nümuneler üzerinden küllî hakikatlere ulaştırırken beşerin kısm-ı azamını teşkil eden avamın beynini yormayacak şekilde aktarır. Bir de Kur’ân tevhid konusunda labirent çizmeden Allahın ulûhiyet ve rubûbiyeti mutlakasını işler. Adeta her nereye elini atarsa orada Asa-yı mûsa misüllü tevhid çeşmelerini bulur. İnsan da kendisinde esmâ-i ilâhiyenin tecellisine göre Allahı tanıyıp onunla muhatap olur. Dolayısıyla tenteneli perdenin arkasındaki ğaybi/manevi hakikatleri kur’ân tarzıyla müşahede etmek kelâm alimlerinin ortaya koymuş oldukları tarzdan daha kolaydır.
Peki insan bu delilleri okuyacak, anlayacak kapasite ve mekanizmaya sahip midir?
Allah’ın kainatta koymuş olduğu deliller üzerinden Allahın varlık ve birliğini idrak edecek daha sonra adeta onunla muhatap olmaya geçişini sağlayacak bir kalb telefonunun[12] insanın bünyesinde yerleştirildiğini Kur’ân ve Risale-i Nur’dan anlamak mümkündür.
Kalbin nasıl bir iletişim aracı olduğunu anlamak için Risale-i nur’da kalbin tanımına bakmak gerekmektedir; ‘’Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır.’’[13]
Buradaki kalbin tarifinden anlaşılan hem insandaki manevi hissiyat ve latifelere hem de düşünme merkezi olan akla da meskenlik yapmasıdır. İşte insan, hissiyatları, latifeleri ve aklıyla Allah ile muhatap olabilir, onu tanıyıp sevebilir.
Bu tanımın Kur’ân'dan tereşşuh ettiğini şu âyet-i kerimelerden anlıyoruz;
لَهُمْ قُلُوبٌ لَّا يَفْقَهُونَ بِهَا ‘Onların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar;’[14] Görüldüğü gibi âyet kalbe anlama fonksiyonunu yükleyerek bu görevini yerine getirmeyenleri tenkit etmektedir.
مَا وَسِعَنِي لَا سَمَائِي وَلَا أَرْضِي وَلَكِنْ وَسِعَنِي قَلْبُ عَبْدِي الْمُؤْمِنِ ‘’Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü'min kulumun kalbine sığarım."[15] Hadîs-i şerifinden anlaşılması gereken kalbin Cenab-ı Allahı tanıyabilecek kapasitede yaratılmış olmasıdır. Bu mealde yine إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَنْ يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنْسَانُ ‘Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi.’[16] Dolayısıyla mahlukat içerisinde insanın halife olarak seçilmesinin arkasında yatan neden insanın diğer mahlukatın aksine olarak Cenab-ı Allah’ın isim ve sıfatlarını kendi mahiyetine yerleştirilen isim ve sıfatların numumeleri sayesinde anlayabilmesidir. O halde insan nisbi olan ğayba, kalbin bir bölümünü teşkil eden idrak kuvvesiyle analoji metodunu kullanarak ulaşıp marifetullah mertebesini elde edebilir.
Netice olarak bu âyetlerden ortaya çıkan sonuç insanın bünyesinde yerleştirilen kalb mekanizması/telefonu sayesinde kişi hem rabbini tanıyabilir hem de ondan perdeler arkasında ilhamen ve ihtaren gelen mesajları anlayıp okuyarak Onunla bir nevi iletişime geçip muhatap vaziyetini alabilir.
Positivizmin 19. Asırdaki temsilcisi olan Kant ise ğayb aleminin üzerine kalın bir perde örtmüştür. Ona göre akıl positiv bilimleri kullanarak Allahın varlığına kavuşamaz. Ancak ahlaki olarak kabul edebilir diye hükmetmiştir. Yani Onu bir nevi, olduğu için değil, kabul edildiği için varlığını kabul etmek zorundayız, demiştir. Kant’ın böyle bir seviyede dahi olsa imanı bizim için çok kıymetlidir. Ancak ğaybi hakikatleri positiv bilimin alanından uzak görmesi akli melekesinin o alanda inkişaf etmemesi ile izah edilebilir. İbni Sina’nın haşir meselesini naklen kabul edebiliriz, ancak aklen, Kant’ın ifadesiyle ‘pratik akılla ispat edemeyiz.’ demesiyle aşağı yukarı aynı seviyededir.
Buna karşılık olarak kur’ân’da zikredilen âyetlerden hareket edecek olursak Kant’ın tabiriyle ‘pratik akılla’ dahi, tenteneli perde arkasında gizlenen ğaybi ve manevi hakikatleri aklen görmek ve anlamak mümkündür.
[1] Bakara, 2/3.
[2] Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, Söz basım ve yayın, s. 67.
[3] İmmanuel Kant, Kritik der reinen Vernunft, s.32.
[4] Said Nursi, Lem’alar, Söz basım ve yayın, s. 460-461.
[5] Fahreddin er-Razî, Mefatîhu’l-Ğayb, Bakara sûresi, 3. Âyetin tefsiri.
[6] ‘’Bu hadsiz tereşşuhat ve lemeat gösteriyor ki, şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.’’ Said Nursi, Sözler, s. 686.
[7] Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 327.
[8] Said Nursi, Şualar, s. 192.
[9] Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 328.
[10] Said Nursi, Şualar, s. 194.
[11] Said Nursi, Lem’alar, s. 498.
[12] Said Nursi, Şualar, s. 171.
[13] Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, s. 67.
[14] A’râf, 7/179.
[15] El-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ 2:165; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, 3:14.
[16] Ahzâb, 33/72.