Bismillahirrahmanirrahim
(*) مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ اَحْياَهَا فَكَاَنمَّاَ اَحْياَ النَّاسَ جَمِيعًا
Şu âyet haktır, akla münâfi olamaz, hakikattir. Mücâzefe, mübalâğa, içinde bulunamaz. Hâlbuki zahir düşündürür.
BİRİNCİ CÜMLE: Adalet-i mahzânın en büyük düsturunu vaz ediyor. Der ki: Bir mâsumun hayatı, kanı, hatta umum beşer için olsa da, heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Cüz’iyatın küllîye nispeti bir olduğu gibi, hakkın dahi mizan-ı adâlete karşı aynı nispettir. O nokta-i nazardan, hakkın küçüğü büyüğü olamaz
Lâkin, adalet-i izafiye, cüz’ü külle feda eder. Fakat muhtar cüz’ün sarihen veya zımnen ihtiyar ve rıza vermek şartıyla. Ene’ler nahnü’ye inkılâp edip mezci, cemaat ruhu tevellüt ederek, külle feda olmak için fert zımnen rızadâde olabilir.
Bazan nur, nar göründüğü gibi şiddet-i belâgat da mübalâğa görünür. Şurada nükte-i belâgat üç noktadan terekküp ediyor.
Birincisi: Beşerin fıtratındaki istidad-ı isyan ve tehevvür, gayr-ı mahdut olduğunu göstermektir. Hayra olduğu gibi, şerre dahi insanın kabiliyeti nâmütenâhi gibidir. Hodgâmlıkla öyle insan olur ki, heves ve ihtirasına mâni herşeyi, hatta elinden gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek ister.
İkincisi: İstidad-ı fıtrînin hariçte derece-i kuvvetini izharla, mümkünü vâki sûretinde göstererek, nefsi zecr eder. Demek, o damar-ı gadir ve isyan çekirdeği, güya bilkuvveden bilfiile çıkıp, imkânatı vukuata inkılâp ederek, müstaid olduğu semeratı verip, bir şecere-i zakkum sûretinde hayalin nasbü’l-aynına vaz eder—tâ matlub olan teneffür ve inzicarı, nefsin dibine kadar işletilsin. İrşadî belâgat böyle olur.
Üçüncüsü: Kaziye-i mutlaka, bazan külliye; ve kaziye-i vaktiye-i münteşire, bazan daime sûretinde görünür. Hâlbuki bir fert, bir zamanda hükme mazhar olsa, kaziyenin mantıkan sıdkına kâfidir. Ehemmiyetli bir kemiyet olsa, örfen dahi doğrudur. Nasıl ki, her mâhiyette bazı hârikulâde efrad veya o nev’in nihayet derecede tekemmül etmiş bir fert veya her fert için acip şeraiti câmi harika bir zaman bulunur ki, sair efrad ve ezmine o ferde veya o zamana nisbeten zerreler kadar, küçücük balıklar balina balığına nispeti gibidir.
Bu sırra binaen cümle-i ûlâ çendan zahiren külliye ise, fakat daime değildir. Fakat beşere katlin zaman cihetiyle en müthiş ferdini nazara vaz ediyor.
Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır; bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur. Nasıl ki oldu da... Öyle şerait tahtında olur ki, küçük bir hareket insanı âlâ-yı illiyyîne çıkarır. Öyle hal olur ki, küçük bir fiil, insanı esfel-i sâfilîne indirir.
Böyle kaziye-i mutlakada veya münteşire-i zamaniyede böyle haller, büyük bir nükte için nazara alınır. Böyle acip fertler ve acip zamanlar ve haller mutlak müphem bırakılır.
Meselâ, insanlarda veli, Cumada dakika-i icabe, Ramazan’da Leyle-i Kadir, Esmâü’l-Hüsnada İsm-i Âzam, ömürde ecel meçhul kaldıkça, sair efrad dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir. Taayyün ettikçe, sairleri rağbetten düşer. Yirmi sene müphem bir ömür, nihayeti muayyen bin seneye müreccahtır. Zira vehim, ebediyete ihtimal verdiğinden müphemde nefsi kandırır. Muayyende ise, yarısı geçtikten sonra, darağacına tedricen takarrüp gibidir. (Sünûhat)
Bediüzzaman Said Nursi
(*): “Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de birisini diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur (Yani, kim bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur)” Mâide Sûresi, 5:32.
SÖZLÜK:
adalet-i izafiye : göreceli adalet; toplumun selâmeti için birey hukukunun feda edilmesini öngören adalet
belâgat : muhatabın haline ve seviyesine uygun olarak düzgün, kusursuz söz söyleme
beşer : insanlık
bilfiil : fiilen, gerçekleşme durumu
bilkuvve : potansiyel hâlinde olan; varlığı, gücü ortaya çıkmamış durum
cüz’ : kısım, parça; bir bütünü oluşturan bölümlerden her biri
damar-ı gadir : zulmetme damarı, merhametsizlik damarı
derece-i kuvvet : kuvvet derecesi
ene : Arapça’da “ben” anlamına gelen bir zamir
fıtrat : yaratılış, mizaç
gayr-ı mahdut : sınırsız
harap (etmek) : yıkmak, alt üst etmek
hariç : dış
hayr : iyilik, güzel iş
hodgâmlık : kendi keyfini düşünme, bencillik yapma
hükm (hüküm) : yargı; iki fikir arasında (konu ile yüklem) ilişki kurmak, bir fikri diğerinde doğrulamak (tasdik) yahut red (tekzip) etmek; meselâ “Ahmet başarılıdır.” sözü bir hükümdür.
ihtiras : aşırı istek, tutku
ihtiyar (vermek) : seçimini bildirmek, iradesiyle kabul ettiğini belirtmek
imkânat : sınırsız imkân ve ihtimaller
inkılâp etme : değişme, dönüşme
inzicar : engellenme, yasaklanma
irşadî : doğru yolu göstermekle ilgili
istidad-ı fıtrî : doğal yetenek, doğuştan gelen kâbiliyet
istidad-ı isyan ve tehevvür : maddî veya mânevî hiçbir şeyden korkmama ve isyan etme yeteneği
izhar : açığa çıkarmak, göstermek
kaziye-i daime : hükmü devamlı olan ve sürekli gerçekleşen kaziye, önerme
kaziye-i külliye : kemiyet (nicelik) bakımından kaziyenin konusu veya öznesi küllî (tümel) ise, yani konu olan terim bir sınıf veya türün bütün fertlerini içine alıyorsa buna “kaziye-i külliye” denir. Meselâ, “Bütün insanlar ölümlüdür.”
kaziye-i mutlaka : bir mesele hakkında, hiçbir sınırlama söz konusu olmaksızın ifade edilen kaziye, önerme
kaziye-i vaktiye-i münteşire : hükmü herhangi bir zamanda ve herhangi bir fertte gerçekleşmiş bulunan veya gerçekleşmesi mümkün olan kaziye, önerme
küll : bütün, genel
lâkin : ama, fakat
mahvetmek : perişan etmek, yok etmek
mâni : engel
matlub : istenen, talep edilen
mazhar olma : erişme, nail olma
mezc : karışım, bütünleşme
muhtar cüz’ : özgür birey
mübalâğa : abartı
mümkün : imkân dahilinde olan, olabilir
müstaid : yetenekli, eğilimli, müsait
nahnü : Arapça'da "biz" anlamına gelen bir zamir
nâmütenâhi : sonsuz
nar : ateş
nasbü’l-ayn : göz önü
nefs : kötülüğe sevk eden, iyi işlerden alıkoyan güç, duygu
nev-i beşer : insanlık
nükte-i belâgat : belâgat nüktesi, ifade inceliği
rıza vermek : râzı olduğunu ve istediğini bildirmek
rızadâde : razı olmuş, rıza göstermiş, kabul etmiş
sarihan : açık bir şekilde
semerat : meyveler, neticeler
sûret : biçim, şekil
şecere-i zakkum : Cehennemdeki zakkum ağacı
şerr : kötülük, fenalık, isyan
şiddet-i belâgat : belâgatın en üst seviyesi
teneffür : nefret etme
terekküp etme : birleşme, meydana gelme
tevellüt etme : doğma, meydana gelme
vâki : olmuş, meydana gelmiş
vaz etme : koyma, yerleştirme
vukuat : meydana gelen şeyler
zecr etme : sakındırma, vazgeçirme
zımnen : üstü kapalı olarak, dolayısıyla