“Dünya”, Kur'anî bir tabirdir. “Ahiret”in zıddı olarak ifade edilir. Kur'an’da, dünya ile yakın manalı olarak “âlem” tabiri kullanıldığı gibi "Kün" emriyle mahlukatın yaratılması noktasında dolayısıyla "kâinât" tabiri Kur'an’da kullanılmış oluyor. Kur’an’ın irfanî ve hikmetli bir tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatı’nda da bu 3 tabir kullanılır. İnsan bu 3 kavramın ifade ettiği hakikatleri idrak şeklinde 3 aşamalı bir tefekkür yolculuğu yapar.
Kâinat, bu noktada ilk adımdır. Çünkü tekvin sıfatı, kudret sıfatının icad faaliyetlerindeki boyutunu ifade eder. Her insan ilk anda kudret ile muhataptır. Kâinat, kudretin bir zuhur ve tezâhürüdür. Madde, kudretin tecellisi olan “havl” ve “kuvvet”e dayanır. Havl, maddeyi şekillendirir, halden hale sokar, yıpratır. Kuvvet ise sabit tecellisiyle zerreleri icad eder. Zerrelerle, madde meydana gelir. Kuvvet, akışkan tecellileriyle, zerreleri sevk ederek canlı ve cansızları oluşturur. Bu manada tefekkür ve mana yolculuğunda ilerleyenler, ilk anda kudret sıfatıyla ve kâinat boyutuyla muhatap olurlar. Bu yolculuğun son noktası "Mutlak Kudret", daha ötede ehl-i tasavvufun tabiriyle "Mutlak Vücud"u bulmak ve bütün kevn ü fesadın, icad ve i’damın, ihya ve imâtenin kudret-i zâtiyenin eseri olduğunu yakinen tespittir.
Sonrasında kudret-i mutlakanın icadda yalnız olmadığını; aslında icadın ilmin burûz ve tebârüzünden başka bir şey olmadığını fark etmeye başlar. İlim, batınî manada, zamansız olarak vardır, hâzırdır; fakat kudret ile birleşince şehadet âlemini inşa eder, görünür hale gelir. Bu manada ilim, çizdiği “kader” ile kudretin kalıbıdır. Her şey kudret-i mutlakayı bir kalıp, bir şekil içine alarak onu icad faaliyetinde istihdam eder. Bu boyutla kendini çevreleyen yapıya bakan kişi için bu yapı zerresiyle, kürresiyle bir ilmi gösterdiği için "âlem" adını alır. Her şey ilmin tayin ettiği sabit bir “hakikat”i ve ilmin takdir ettiği değişken bir “suret” i ömür boyu kendi nev’ine has bir kanuniyet ve şahsilik boyutları içinde sergiler.
Son seviye ise, "dünya" boyutudur. Dünya, yakın âlem demektir. Allah, dünya hakikati ile insana yakınlığını, yakınlığı içinde yüceliğini hissettirir. Hz. Peygamber’in marifetullah boyutunu bildiren ve irfan noktasında mucize olan Cevşenü'l-Kebir duasındaki "Yâ men denâ fi uluvvih" "Yâ men alâ dunuvvih" (Ey Yakınlığı içinde yüce, yüksek olan Zât) "(Ey yüceliği ve yüksekliği içinde yakın olan Zât) ifadesi bu zirve seviyeyi anlatır.[1] “Ulviyet”, yükseklik ve yücelik manasıyla bir celal ve haşmeti hissettirir. Bu manada âlem tabirinin ötesi, yaşanan âlemin bir ulviyet ve yücelik ve yüceleşme mekânı olduğunu ifade eden "ulâ" olarak da Kur'anda kullanılır. Bu manada "ulâ" tabirinde celal varken, dünya tabiri "yakın âlem" manasıyla Allah'ın insana ulviyeti içinde yakınlığını hissettirmesi ve ifade etmesiyle zirve boyutu ifade eder.
Bediüzzaman Said Nursi “Dünya hakikati, 7 hakikate dayanır” diyerek tespit yapar:
1) Mâzi (Geçmiş Zaman)
2) An (Şimdiki Zaman)
3) Müstakbel (Gelecek Zaman)
4) Semâvât (Uzay ve âlem tabakaları)
5) Sema (Atmosfer)
6) Sath-ı Arz (Yeryüzü)
7) Batn-ı Arz (Yerkürenin merkezi)
Dünya, insanı çevreleyen bütün zaman ve mekânı ifade eden Kur'anî ifadedir. Bütün zaman ve mekân ile Allah insana yakınlığını hissettiriyor ve onun ulviyet kazanarak “a'la-yı illiyyîn”e[2] (yücelerin en yücesi makamına) çıkmasını, ismini "İlliyyûn " a[3] (yücelikte zirve olanlar) defterine yazdırmasını istiyor.
Felsefe, dünyayı “zâhir” boyutu ile alır. Manasını göremez. Gaflet ile onu “sâbit” görür. Nesnelere odaklanarak onları inceler. Onları yaratanı düşünmek istemez. Bahsetse de özet olarak bahseder. “Sefâhet” ile dünyayı kirletir; kişinin gözünde dünyayı bulanıklaştırır. “Tabiat Felsefesi” ile, dünyayı Hakikat ve Ahiretin önünde aşılmaz bir duvar yapar, kalınlaştırır.
Kur'an Mekkî surelerinde sık sık kullandığı Rabb ve Rahmân isimleriyle dünyanın merhamet ve rububiyyet hakikatleri üzere icad edilişini, yaratılış gayesini, fâniliğini, geçiciliğini, aldatıcı yapısını, imtihan boyutunu ifade ederek dengeli bir dünya bakışını ders verir.[4] Kâinat-âlem-dünyâ tabirlerindeki gelişim seyriyle de mütefekkir ve ârif bir insanı kesretten vahdete ve kudrete, vahdet-i kudretten ehadiyet ve ilme; ehadiyet-i ilimden vahdâniyet ve irâdeye şeklinde sonsuz bir mana yolculuğuna çıkarır.
[1] Cevşenü’l-Kebîr, 81. Bab, 9 ve 10. Ukdeler.
[2] Tin suresi, 5-6. Esfel-i sâfilîn tâbirinin zıddı, a’la-yı illiyyîndir. Bu seviyeye yükselmenin yolu ise “tahkiki iman” ve “sâlih amel” sahibi olmak ve bunlarla kişiliğini inşa etme olarak surede gösteriliyor.
[3] Mutaffifîn suresi, 18-19.
[4] Sözler, 25. Söz, 3. Şule, 3. Ziya, Hakikat-i Dünya Bahsi.