Mehmed Kırkıncı-Zafer Dergisi
Her kelâm (söz), kendisini söyleyenin mührünü taşımaktadır. Lisan aynı da olsa, yeteneklerin farklılığı, ilim ve belâgattaki farklılıklar gibi konular, sözlere ayrı ayrı mühürler kazandırmakta ve bilenler için, o sözün kime ait olduğunu âdeta haykırmaktadır.
Meselâ, hepimiz Türkçe konuştuğumuz halde, Yunus Emre’nin veya Mehmed Âkif’in bir şiirini işittiğimizde bu şiirlerin şairlerini derhal tanıyabiliyoruz.
Demek ki sözlerde Türkçe’nin ötesinde bir şey var. O da bu zatlardaki kemâlâtın, belâgatın ve ilmin, sözlerine yansımasından ibaret olan bir mühürdür.
Her ilim ve kemâl ehlinin sözü, sahibinin mührünü taşırsa, elbette bütün kemalâtın sahibi olan Âlim-i Mutlak’ın kelâmı, mucize mührünü taşıyacaktır.
Bu sırrı anlamayan ve sözden haberi olmayan bazı kimseler, Kur’an’ın Arapça inzal edilmesi cihetiyle “Aynı lisandan Kur’an’ın neden benzeri getirilmesin?” gibi cahilce iddiada bulunuyorlar.
Yukarıda bunun cevabını versek de birkaç örnek daha verelim. Meselâ:
İnsanlar, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı odundan ancak tahta, tahtadan masa ve sandalye gibi şeyler yapabilmektedir. O Kadîr-i Mutlak ise odundan meyve yapıyor, yaprak ve çiçek çıkarıyor. Demek ki iş odunda değil, ustadadır. Aynı şekilde insanlar topraktan çömlek yapmakta, Sâni-i Kâinat olan Allah (cc) ise topraktan insan yapmaktadır.
Şu örneği de verelim: Her elementi bir harf kabul edersek, o Kadîr-i Hakîm bu element harfleriyle bitkileri, hayvanları, insanları, denizleri, yıldızları yani bütün mahlûkatını yazmıştır.
Mesela Cenâb-ı Hakk’ın element harfleriyle yazdığı bir kelime olan elmayı düşünün. Bu elmanın insanlarca taklit edilip aynısının yapılması mümkün değildir. Halbuki o elmanın yapılmasında kullanılan elementleri insanlar da eserlerinde kullanabilmektedir.
Demek ki, Allah’ın ‘kudret sıfatıyla’ yaptığı bir elmayı, bir arıyı, bir insanı, bir güneşi yapamadığımız gibi, ‘kelâm sıfatıyla’ inzal ettiği Kur’an’ın kelimelerinin, İnsan Suresinin, Nahl Suresinin vd benzerlerini de yapamayız.