Kur’an’ın hidayeti ne demektir?

Niyazi BEKİ

Kur’an’ın bir hidayet rehberi, dünya ve ahret mutluluğunu gösteren bir kılavuz, Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu ders veren bir muallim, dünya hayatının cennete bağlanan köprünün rotasını çizen bir mürşid olduğu bilinen bir gerçektir. Bu görevlerini indiği günden itibaren sürdürmeye başlamış, devam ettirmiş ve İslam âlemini asırlarca ışıklandırmıştır.

Ancak, 19. asırda İslam âleminin içinde bulunduğu maddi buhranlar, manevi buhranları da beraberinde getirdi. Öyle ki, İslam âleminin bu durumun müsebbibi olarak Referansı Kur’an olan İslam’ın kendisi olduğunu iddia edenler bile ortaya çıkmış ve İslam dininden uzaklaşmak suretiyle Avrupa medeniyeti karşısındaki yenilgiyi yeneceklerini düşünmüşlerdir.

 Bu asırda Kur’an’ı yegâne referans kaynağı kabul etmekle beraber, şimdiye kadar yapılan yorumların önemli bir kısmı yanlış olduğunu savunanların başında Cemaleddin Afganî ve Muhammed Abduh gelir. Daha sonra Abduh medresesi olarak şöhret bulan bu yaklaşım, tefsir alanında “edebi, İctimai tefsir” metodunu takip etmiştir.

Muhammed Abduh’a göre tefsirler iki kısma ayrılır. Bir kısmı, ayetlerin lafızlarını tahlil eder, cümlelerin irabını gösterir,  edebi sanatlarla ilgili nüktelerin varlığına dair işaretleri tespit etmeye çalışır. Bu tür tefsirler tefsirden ziyade, Sarf, Nahiv, Bedi, Beyan, Maani gibi  ilim dallarıyla ilgili bir inceleme, araştırma yapan çalışmalardır.

Diğer bir kısmı ise, Ayetin ifadesinden Allah’ın muradını bulmaya, akaid ve ahkamla ilgili teşriin hikmetini anlamaya çalışır. Bu tefsir çeşidindeki metot, insanların ruhlarını cezp eder, onları ayetlerin ifadelerinde yer alan ameli hükümler uygulamaya ve hidayet yoluna ulaşmaya sevk eder. Böylece “Kur’an’ın bir hidayet ve rahmet olduğuna” dair Allah’ın hükmü gerçekleşmiş olur.[1]

Merhum Abduh’un bu ifadesinin etkisinde kalan bazı kimseler, Kur’an’ın hidayet unsuru dışında bir tefsir çalışmasının tefsir olamayacağını iddia etmekten çekinmemişler. Ve maalesef bu düşünceden hareketle Bediüzzaman Said Nursi’nin eşsiz bir tefsiri olan İşaratu’l-İ’caz’ın bile tefsir sayılamayacağını iddia etmişler. Evvela, Dr. Muhammed Hüseyin Zehebî’nin  de belirttiği gibi, Muhammed Abduh bu sözleriyle, Kur’an’ın  nahiv ve belagat yönünü tamamen ihmal edilmesinin gerekli olduğunu söylemiyor. Söylediği şey, her şeyin hakkını vererek, Bedi, beyan, sarf, nahiv, maani gibi belagat ilminin bütün dallarına; onların tefsirdeki ihtiyaçtan kaynaklanan değerlerine göre önem vermenin gereğine işaret etmiştir.[2]

-Kaldı ki Kur’an’ın hidayet kaynağı olmasının ne anlama geldiğini iyi kavramak gerekir. Bunun yine Kur’an’dan öğrenmekten başka sağlam bir referansın olmadığı akl-ı selim sahibi herkes tarafından kabul edilmektedir. Bir giriş mahiyetinde olan Fatiha’dan sonra Kur’an’ın ilk suresi olan Bakara Suresinin ilk ayetlerinde hidayetin ne anlama geldiğini öğrenmek mümkündür. İlk ayetlerin mealleri şöyledir:

“Elif, Lâm, Mîm.  İşte O Kitap/Ku’r’an ! Onda asla şüphe yoktur. O,  takva sahipleri(Allah’a karşı gelmekten sakınan kimseler) için bir hidayet kaynağıdır. O takva sahipleri öyle kimselerdir ki, gabya iman ederler, namazlarını güzelce eda ederler. Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden hayır yolunda harcarlar. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar. İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.”[3]

Görüldüğü üzere, bu ayet grubunun başında Kur’an’ın gerçek bir hidayet kaynağı, bir hidayet rehberi, bir yol gösterici olduğuna vurgu yapılmıştır. Ardından hidayette olmanın ne anlama geldiği hususuna dikkat çekilmiş ve bunun her şeyden önce, birer akide unsuru ve âlem-i gaipten olan iman esaslarına iman etmek ve birer ameli unsuru teşkil eden İslam esaslarını, özellikle bedeni ibadetlerin sultanı olan namaz kılmak ile mali ibadetlerin özünü teşkil eden zekât ve diğer yardım türlerini de ihtiva  eden sadaka vermek, Allah’ın ihsan ettiği mallardan O’nun yolunda harcamak  anlamına geldiğine vurgu yapılmıştır.  Bu ayetlerin genel muhtevasında Allah’a, peygambere iman etmeye işaret edildiği gibi,  “Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler” mealindeki ifadeyle Kur’an’a ve diğer semavi kitaplara; “ahiret gününe de kesinkes inanırlar” mealindeki ifadeyle de ahiret gününe iman etmenin zorunluluğuna vurgu yapılmıştır.  Söz konusu iman ve İslam esaslarının birer hidayet yolları olduğu gösterildikten sonra, son cümle olarak da “İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır” mealindeki ifadeyle hidayet yolunun ancak iman ve İslam esasları çerçevesinde değerlendirilebileceğine vurgu yapılmıştır.

-Bu açıklamalardan açıkça anlaşıldığı üzere, Kur’an’ın göstermek istediği hidayet yolu, İman esasları ve bu iman esasları doğrultusunda hayat bulması gereken İslami prensiplerdir.

İslam âlimlerine göre, Kur’an’ın ders verdiği hidayet, aynı zamanda onun ispat ve tespit ettiği ve gönderilmesinin temel gayesini teşkil eden “asıl maksatlar” ı olarak da anılır. Bu asıl maksatları isimlendirmede, konuyu özetleme veya detaylandırma nokta-i nazarından farklı sayılar ifade edilmekle beraber, Bediüzzaman Said Nursi’inin belirttiği gibi, bunları dört temel unsur olarak ortaya koymak en uygun bir tespit olduğu kanaatindeyiz.

-Buna göre, Kur’an’ın asıl maksatlarını şöyle sırlayabiliriz: İman esaslarının en büyükleri itibariyle;  Allah’ın varlığı ve birliğinin ispatı, Hz. Muhammed’in peygamberliği başta olmak üzere nübüvvet hakikatinin ispatı, öldükten sonra yeniden dirilmenin ispatı.. İslam esaslarının büyükleri itibariyle de; insanlık camiasının ferdi hayat bağlamındaki ibadet ve ubudiyetin tespiti ile toplumsal hayatta adaletin tahakkuku şeklinde ifade edilebilir.

-Bu noktadan hareketle denilebilir ki, Kur’an’ın  semavi kimliğinin ispatı, diğer unsurların ispat ve tespiti için önceliği olan bir öneme sahiptir.  Çünkü, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğu ispat edildikten sonra, geriye kalan iman esaslarına iman etmek, çok kolay olacağı gibi,  kulluk görevlerini yerine getirmek ve âdil bir hayat çizgisini takip etmek de iman şuurunun zorunlu bir tezahürü olarak fert ve toplum bazında kendini gösterecektir.

-Konuya bu zaviyeden bakıldığında,  Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu ispat etmeye yönelik Sarf, Nahiv ile Beyan-Bedi-Maani ilim dallarından ibaret olan belagat nüktelerine yer vermenin Kur’an’ın ön gördüğü hidayet hakikatinden başka bir şey olduğunu düşünmek mümkün değildir.

Zaten İslam âlimlerinin ittifakla vurguladıkları bir gerçek şudur ki: Ulum-u âliyenin anlaşılabilmesi için her zaman ilgili alet ilimlerine ihtiyaç vardır. Kuran’ın hidayet hakikati gibi en yüksek bir ilme ulaşmak için de belagat gibi ilgili alet ilimlerinin basamak yapılması şarttır. Bu çerçevede müfessirlerin hemen hepsi az veya çok Kur’an’ın belagatine yer vermiştir. Kur’an’ın en çarpıcı beyanlarını teşkil eden yönü, muhataplarına meydan okuması, ilahî kimliğini ispat etmeye çalışması ve bu konuda belagatin zirvesinde olduğuna dair ortaya koyduğu ifadeleridir. Bu da Kur’an’daki hidayetin en önemli yönü Kur’an’ın beşer üstü konumunu ortaya koyan beyan ilminin çiçekleri, bedi ilminin nakışları ve maani ilminin nükteleri olduğunu göstermektedir. Kur’an’ın semavi kimliğinin açık bir mührü olan belagatin bu harika nüktelerini gösteren mucizevi üslubuna  “Nazm-ı maani” ve “cezalet-i beyan” denir. İşaratu’l-İ’caz tefsirinde bu hidayet ışıklarına işaret eden Bediüzzaman, şu ifadelere yer vermiştir:

“Kur'anın nazmında bir cezalet-i hârika var. O nazımdaki cezalet ve metaneti (işleye) İşarat-ül İ'caz baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi beyan eder. Saatin saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizamını tekmil eden ne ise, Kur'an-ı Hakîm'in her bir cümledeki, hey'atındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münasebatındaki intizamı öyle bir tarzda İşaratül- İ'caz’da âhirine kadar beyan edilmiştir. Kim isterse ona bakabilir ve bu nazımdaki cezalet-i hârikayı bu surette görebilir”[4]

Hidayet bir Kur’an terminolojisi olarak insanları dünya ve ahiret saadetine ulaştıran yol demektir. Bediüzzaman,  ısrarla ‘Risale-i nur Kur’an’ın hakiki bir tefsiridir’ derken, onun hidayet mesajını en güzel şekilde insanlara ulaştıran bir tefsir olduğunu vurgulamak ister.  Bugün dünyanın her tarafında Kur’an’ın hidayet nurlarını ulaştıran yüz binlerce insanın hidayetine vesile olan Risale-i nur hizmetleri, Nur Külliyatının Kur’an’ın gerçekten hakiki ve manevi bir tefsiri olduğunu fiilen göstermiştir.

Bazı kimseler Kur’an’la ilgili yaptıkları küçük çaptaki çalışmalarının Kur’an’ın tefsiri olduğunu iddia ediyor ve Risale-i nurları tefsir saymıyorlar. Manidardır bu gibi kimseler şayet birilerinin hidayetine vesile olmuşlarsa, bunların sayısı iki elin parmaklarını geçmediği halde, bu küçük çaptaki hizmetlerini, cihanı nurlandıran risale-i nur hizmeti ile kıyaslamak istiyorlar. “İşte böylece sana da emrimizden bir rûh vahyettik. Halbuki sen daha önce kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Lâkin Biz onu, kullarımızdan dilediklerimize doğru yolu gösteren bir nûr kıldık. Şüphesiz sen, insanları hidayete, dost doğru yola iletirsin”[5]mealindeki ayetin işaretinden anlaşılıyor ki  Kur’an’ın hidayetini  muhataplarına doğru bir şekilde göstermek, Hz. Peygamberden sonra, onun yolunu hakkıyla takip eden, onun hakiki varisleri olan başta dört mezhep imamları olmak üzere İmam gazali, İmam Rabbani, Bediüzzaman Said Nursi gibi Kur’an’ın nuruyla kalbleri münevver ve akılları nurlanmış olan nurlu âlimlerin işidir.



[1] Bk. ez-Zehebî, Muhammed Hüseyin, et-Tefsir ve’l-Müfessirûn, Daru’l-Kütübi’l-Hadise, 1396 /1976, II/555.

[2] Bk. ez-Zehebî, a.g.e, II/556.

[3] Bakara, 2/1-5.

[4] Nursi, Sözler, 370.

[5] Şura, 42/52.

 

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.