(Risale-i Nur Eğitim Programı-40)
Eğitim programımızın “Vahyin Hakikati ve Kur'an'ın Allah'tan Geldiğinin İspatı” isimli bölümünün üçüncü dersini takdim ediyoruz. Sunulan hakikatlerin tam olarak hissedilerek pekiştirilmesi için görsel destekli ders videosunu da yazının sonundaki adresten izlemenizi tavsiye ediyoruz.
Kur’ân’ın Eşi Görülmemiş Meydan Okumasını Nasıl Bir Ortamda ve Kimlere Karşı Yaptığını Anlamak
(7. Şua - Ayet-ül Kübra Risalesi”nin 17.Mertebe - İzah Metni)
Kur’ân’ın bu eşi görülmemiş meydan okumayı nasıl bir ortamda ve kimlere karşı yaptığını daha iyi anlamak için Kadı İyaz’ın harika anlatımını dinleyelim:
“Araplar bu işin erbabı ve güzel söz söylemenin kahramanı idiler. Belagat ve fesahatta hiçbir millete verilmeyen özellikler ve kabiliyetler onlara verilmişti. Hiçbir insana ve nesle verilmeyen ifade gücü ile donatılmışlardı. Hele hitap konusunda âdeta en ileri zekâları bile rahatça zincire vurabiliyorlardı. Allah onlarda bunu vazgeçilmez bir karakter ve yaratılış olarak var etmişti bir kere. Onlara bu hususta öyle bir seciye ve güç verilmişti ki, onun sayesinde yorulmadan şaşırtıcı sözler söyleyebiliyorlardı. Her sahada açık olarak hitap edebiliyor, mühim işlerde ve yerlerde rahatça konuşabiliyor, harbin şiddetli anında kılıç sallarken bile bu edebiyatı kolayca yapabiliyorlardı. Övgüyü ve yergiyi bu kabiliyetle yapıyorlardı. Birine yaklaşmak ve ulaşmak gibi hususlarda bunu elden bırakmıyorlardı. Yükselttiklerini bununla yükseltiyorlar, alçalttıklarını bununla alçaltıyorlardı. İşin özü bu babta en güzel ve büyüleyici sözleri söyleyebiliyorlardı. Boyunlarına inci dizisinden daha güzel bir söz dizisini rahatça dolayabiliyorlardı. Düşmanlık ve anlaşmazlıkları da giderebiliyorlardı. Felçli ve tembel kişileri bile harekete geçirebiliyorlardı. Korkaklara cesaret verirlerdi. Eli sıkı pek cimri kişilerin ellerini bile bu güzel sözler sayesinde rahatça açarlardı. Eksik insanı tamamlarlar, kâmil ve uyanık kişiyi de uyuturlardı.
İçlerinden köylerde oturanlar olurdu, fakat çok manalı sözler, ifade gücü olan kelamlar, büyük ve susturucu beyanlarda bulunurlardı. Cevher tabiatlı ve güçlü bir karakter arz eden tavırları olurdu. Şehirlisine baktığımızda ise acaip bir belagat sahibi, parlak telaffuzlu, tam yerinde, son derece anlamlı kelimeler söyleyen, yumuşak huylu, az sözde çok şey anlatan, çok sözünde sözün güzelliğine güzellik katan yani gayet anlamlı ve kapsamlı kelam eden biri olarak karşımıza çıkardı.
Özetle bu alanda boş ve bayağı sözleri ezen bir güce, son derece isabetli oka, geniş bir yola, apaçık bir caddeye sahiptiler. Muhataplarının kendi arzularına boyun eğeceği konusunda en ufak bir şüpheleri olmazdı. Belagatin de kendi kumandalarında olduğuna kesinlikle inanırlardı. Bu sanatın bütün yönlerini bilirlerdi. Sözün en iyi pınarlarını fışkırtmasını becerirlerdi. Belagat ve fesahatin tüm kapıları onlara açıktı, hemen hepsinden zahmetsiz içeriye girebilirlerdi. Gayelerine ulaşmak için bu konuda muhteşem bir bina kurmuşlardı bile. Onlar için fark etmezdi, iş büyük olsun veya basit ve kolay olsun, hemen hepsinde rahatça söz söyleyebilirlerdi. İş zayıf olsun, ağır olsun aldırmazlardı, bütün maharet ve sanatlarını ortaya sererlerdi. Aralarında birbirlerini övmek veya hicvetmek için az veya çok karşılıklı sözler söylerlerdi. Nazımda olsun, nesirde olsun aralarında âdeta yarış yaparlardı.
İşte bu özellikte olan Arapları, Resûlullah’tan (A.S.M.) başkası ürkütememiştir, ondan başkası sırtlarını yere getirememiştir.
Ancak Resûlullah (A.S.M.), Kur’ân’la onları susturmuş ve dize getirmiştir. Oysa Araplar bu sahada her milletten daha ileri idiler. Erkek veya kadın hitabette ve şiirde emsalsizdiler. Konuştukları dilin âdeta zirvesindeydiler. Birbirleriyle yarış ederlerdi edebiyatta. Onlar bu haldeyken gelmiştir O yüce kitap ve onlara tam yirmi üç sene meydan okumuştur:
“Yoksa onu (Kur’ân’ı) kendisi mi uydurdu diyorlar? De ki: ‘O halde haydi siz de onun gibi, on uydurma sure getirin. Allah’tan başka kime gücünüz yetiyorsa (kime güveniyorsanız) onları da (yardıma) çağırın, eğer (iddianızda) doğru iseniz.’ (Hud Suresi,13)
‘…Fakat bunu yapmazsanız –ki hiçbir zaman yapamayacaksınız– artık sakının o ateşten ki, onun odunu insanla taştır. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır.’ (Bakara Suresi,24)
‘De ki: Yemin olsun ki insanlar ve cinler şu Kur’ân’ın benzerini (meydana) getirmek üzere bir araya toplansa ve birbirlerine yardımcı da olsalar yine onun benzerini getiremezler.’ (İsra Suresi,88)
[Bediüzzaman’ın kaynak bir eser olarak tavsiye ettiği Kadı İyaz’ın Şifa-i Şerif isimli meşhur eserinden aldığımız bölüm (s.257-259) burada bitti.]
Hiç akıl kabul eder mi ki, harikulade ediplerden ve şairlerden oluşan bir topluluk böyle bir meydan okumaya karşı lakayd kalsın ve gereğini yerine getirmek için bir çaba ortaya koymasın. Bu iddianın, o kudretli hatipler ve meşhur şairler nezninde anlamsız bir meydan okuma olarak görülmesi gerekmez miydi? Ayrıca bu durum Kur’ân’ın davasını sadece birkaç satırla karşılık vererek kolayca iptal etmek için harika bir fırsat ve çok rahat bir çare değil miydi? Hiç mümkün görülebilecek bir şey midir, böyle kısa ve kolay bir yol dururken, tüm can ve malın tehlikeye atılacağı gayet uzun bir yol tercih edilmiş olsun? Demek ki böyle bir işe kalkışmayı ve galip gelebilmeyi akılları mümkün görmedi, mecburiyetle savaşmayı tercih ettiler.
Hem böyle bir işe teşebbüs edildiği takdirde çok sayıda taraftar bulunamaması mümkün değildi. Çünkü o zamanın şartlarında İslamiyete karşı çıkan inatçıların sayısı çok fazlaydı. Demek mutlaka taraftar bulacaktı, taraftar bulduğu anda da elbette her tarafta dellallarla yayılacak ve herkese duyurulmaya çalışılacaktı. Nasıl ki Mekke’nin dışından gelen kafileler daha şehre gelmeden onları dışarda karşılayıp “Bizde sihirbaz bir adam çıktı. Peygamber olduğunu söylüyor. Sakın ona inanmayın. Hatta asla onu dinlemeyin” diye yoğun propaganda yapmışlardı Mekkeli müşrikler. Aynını bu hadisede de yapmamaları veya yapmamış olmaları düşünülemezdi bile.
Zaten böylesine acaip ve misli görülmemiş bir meydan okumaya karşı yapılan bir mücadelenin gizli kalması tasavvur edilemez. Hem hepimiz biliyoruz ve şahidiz ki, İslamiyet aleyhinde en çirkin ve seviyesiz iddialar bile her tarafta yayılır ve duyulur. Eğer Kur’ân’a karşı dursalardı ve bunu da etrafta ilan etselerdi, tarih kitaplarına çarpıcı bir şekilde geçmiş olması gerektiğini tahmin etmek zor olmasa gerek, değil mi? Hâlbuki böyle bir söz düellosunda taraf olan ve meydana atılan Müseylime namındaki yalancı peygamberin birkaç fıkrasından başka tarih kaydetmemiş. Onun da zavallı teşebbüsü sonucunda, Kur’ân’la karşı karşıya çıktığı meydanda ne derece rezil olduğunu tarih bütün çıplaklığıyla bizlere aktarmıştır. Müseylimenin kendisi söz sanatında bir ustalığa sahip olmasına rağmen, Kur’ân gibi haddinin çok üstünde bir rakip söz konusu olunca, onun sözleri tarih kayıtlarına bir delinin hezeyanları şeklinde geçmiştir.
Netice olarak, 25.Söz’de 1.Şule’nin 1.Şua’sında denildiği gibi biz de deriz: “İşte Kur'anın belâgatındaki i'caz , kat'iyyen iki kerre iki dört eder gibi mevcuddur ki, iş böyle oluyor.”
Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı Ders Videosu: (Kur’ân’ın Kimlere Karşı Meydan Okuduğunu Anlamak) https://youtu.be/SBFv8aispSk
Not: 4 Mart 2017 Ct. 16.45 tarihinde sunulacak “Ebedî Hayatın Varlığının İspatı-5 (Final) / Gizli Plan (10.Söz İzahı)” dersimizin detaylarına https://risaleinuregitimprogrami.com adresinden ulaşabilirsiniz.