Kuranın hakikatli bir tefsiri olan Risale-i Nur birçok müşkili haletmiş. En muğlâk meseleleri herkesin anlayacağı dil ile izah etmiştir. Bilhassa uzun yıllar harcanarak elde edilecek imanî meseleleri herkesin derecesine göre anlayacakları tarzda beyan etmiştir.
Risale-i Nur, Peygamber Efendimizin dehşetinden Allaha sığındığı bu asrın inkâr ve hücumlarına karşı kalkan vazifesini görmüştür. Hassaten Yirmi Beşinci Söz harika olarak o mülhitlerin islamı tenkit için yanlış zannedip hücum ettikleri, Kurana nakise saydıkları aynı ayetlerin, Kuranın mucizeliğini ortaya koyduklarını bildiriyor. Adı geçen sözün başında şu ifadeler var:
Bu Mucizât-ı Kurâniye Risâlesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafından medâr-ı tenkit olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şüphelerine mâruz olmuş âyetlerdir. İşte bu Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyân etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar icâzın lemeâtı ve belâgat-ı Kurâniyenin kemâlâtının menşeleri olduğu, ilmî kaideleriyle ispat edilmiş. Bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı katî verilmiş." Sözler,328
Bediüzzaman, tenkit konusu olan ayetlerin mucize yönünü tam ve berrak anlatırken, menfi anlatılmadan, zihinlere bulantı vermeden Kuranın kemalatına sebep olduklarını hem de ilmi delillerle izah ediyor.
İrşadın en önemli tarafı da çoğunluğu nazara alarak beyanda bulunmaktır. Hem doğru anlatılacak, hem de ekseriyet ondan faydalanacak. İptidai asırlar da, en modern asırlar da ondan istifade edecek. Kuran, Havasa hitap ederken, avamı ihmal etmemiştir.
Bediüzzaman bu hususu şöyle anlatıyor:
Avam-ı nasa yapılan irşadlarda, belagat ve irşadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lazımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ı nasın fehimlerine göre ifade edilen Kuran-ı Kerimin ince hakikatleri,ET-TENEZÜLATİL-İLAHİYYETÜ İLA UKULİL-BEŞERİ ile anılmaktadır. Yani, insanların fehimlerine göre Cenab-ı Hakkın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlahi bir okşamadır. İşaratü'l-İ'caz, 170
Bunlardan bir ayet şudur:
Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. (Yâsin Sûresi: 38.)
On beş asır önceki ve daha sonra gelen on asrın insanları ki fen ilmini bilmeyen, dünyanın döndüğünden habersiz insanlara dünyamızın Güneş etrafında döndüğünü ders vermek irşada ve belağata uygun olmazdı. Bunu Üstad çok beliğ olarak şöyle izah ediyor:
"Ey insanlar! Şemsin sükununa, arzın hareketine ve bir katre su içinde binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i İlahiyeyi anlayasınız" demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevk etmiş olurdu. Çünkü hiss-i zahiriye muhaliftir. Maahaza, on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek, makam-ı irşada muhalif olduğu gibi, ruh-u belagatle de kabil-i telif değildir. İşaratü'l-İ'caz, 171
Bediüzzaman bu ayetten muhtelif tabakadaki insanların neler anlaması gerektiğini de şöyle beyan ediyor
Avâm
fehmeder ki, "Size nisbeten ışık verici, ısındırıcı, müteharrik bir lâmba olan güneş, elbette bir gün seyri bitecek, mahall-i kararına yetişecek, size faydası dokunmayacak bir sûret alacaktır" anlar. O da, Halık-ı Zülcelâlin güneşe bağladığı büyük nimetleri düşünerek Sübhanallah, Elhamdulillah der.
Ve âlime dahi, Güneşi yalnız bir lâmba değil, belki bahar ve yaz tezgâhında dokunan mensucât-ı Rabbâniyenin bir mekiği, gece gündüz sayfalarında yazılan mektubât-ı Samedâniyenin mürekkebi, nur bir hokkası sûretinde tasavvur ederek, güneşin cereyân-ı sûrîsi alâmet olduğu ve işaret ettiği intizamât-ı âlemi düşündürerek, Sâni-i Hakîmin sanatına Maşaallah ve hikmetine Barekallah diyerek secdeye kapanır.
Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa şöyle ifham eder ki: Güneş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvârî bir cereyan ile, manzûmesini emr-i İlâhî ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-i kübrâyı halk edip tanzim eden Sâni-i Zülcelâline karşı kemâl-i hayret ve istihsan ile, El-Azametu Lillah ve el- Kudret Lillah der, felsefeyi atar, hikmet-i Kurâniyeye girer.
Ve dikkatli bir hakîme,
şöyle ifham eder ki: Sâni-i Hakîm, işlerine esbâb-ı zâhiriyeyi perde ettiğinden, câzibe-i umumiye nâmında bir kanun-u İlâhîsiyle, sapan taşları gibi, seyyâreleri güneşle bağlamış; ve o câzibe ile muhtelif, fakat muntazam hareketle o seyyâreleri daire-i hikmetinde döndürüyor; ve o câzibeyi tevlid için, güneşin kendi merkezinde hareketini zâhirî bir sebep etmiş.
Demek,
kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizâmı için hareket ediyor. Çünkü, hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet câzibeyi zâhiren tevlid eder gibi bir âdet-i İlâhiye, bir kanun-u Rabbânîdir. İşte, şu hakîm, böyle bir hikmeti Kurânın bir harfinden fehmettiği zaman, "Elhamdülillâh, Kurândadır hak, hikmet; felsefeyi beş paraya saymam" der.
Ve şâirâne bir fikir ve kalb sahibine
şöyle bir mânâ fehmine gelir ki: Güneş nurânî bir ağaçtır, seyyâreler onun müteharrik meyveleri. Ağaçların hilâfına olarak, güneş silkinir, tâ o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse düşüp dağılacaklar. Hem tahayyül edebilir ki, şems meczub bir serzakirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir. Bir risâlede şu mânâya dâir şöyle demiştim: Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar,
ağlar fezâda muntazam meczubları. Sözler 357-358
Güneş hem kendi ekseni etrafında döndüğü, hem gezegenlerle bir tarafa doğru beraber hareket ettikleri de ayetin hakikatini gösteriyor.