Sanıyorum bu hatırayı Ahmed Yıldız Hoca, “Ulus Devletin Bunalımı”nda aktarıyordu. (Yanılıyorsam yorumlarda doğrusunu belirtmekten çekinmeyin.) Katıldığı iki Kürt düğünü arasında yaptığı bir kıyaslamaydı. Birincisinde Kürtçe türküler eşliğinde halay çekilirken çevredeki bazı insanlar düğün sahiplerini taşa tutmuşlardı. (Öyle ki katılımcılar hayatî tehlikeler atlatmışlardı.) İkincisinde ise o türküler eşliğinde halaya katılmışlardı. Bu iki düğün arasındaki nüansın şöyle bir ayrıntıda gizli olduğunu söylüyordu Ahmed Hoca: İkinci düğünde duvara kocaman bir Türkiye bayrağı asılıydı.
Ben 'Kürdistan' kelimesi üzerinde tekrar edegelen tartışmalarda da böylesi bir yan görüyorum. Sözgelimi: Moğolistan, Türkmenistan, Doğu Türkistan, Kazakistan, Özbekistan, Hindistan, Arabistan vs. gibi kelimelerin hiçbirinde Kürdistan gibi ikirciğimiz yok. Tereddüdümüz yok. 'Acaba'mız yok. Aramızdaki tüm siyasî sorunlara rağmen 'Ermenistan' ifadesi dahi haritalarımızda bir ülke adı. Neden? Çünkü bu ülkeler ile ilgili bir toprak korkumuz yok. Ermenistan'ın iddiaları da ciddi bir korku oluşturmuyor. Zira Türkiye'den talep ettiği topraklarda yaşayan insanı yok. Yani hamasî söylemler dışında bize bir zarar dokundurabilmesi mümkün değil. Fakat Kürdistan denilen bölgede, buna Türkiye'nin Doğu-Güneydoğu bölgeleri de diyebiliriz elbette, yaşayan ciddi bir Kürt nüfusu var. Risk diri. Endişe sahici. Üstelik bölgede ayrılıkçı terör örgütünün döktüğü kanlar da unutulacak gibi değil.
Hafıza üç-beş harfin yerinden oynamasıyla silinmez. Bugün bu örgüt PKK olsun, PYD olsun, yok daha da değişsin, başka birşeye dönüşsün, bunlar coğrafyamız için sadece "Bul karayı, al parayı!" mevzularıdır. Bunları söylerken Türkiye'nin üzerine kurulduğu ulusçu kodlarla ümmet bilincinde yaptığı yaralanmayı ıskalıyor değilim. O da ayrı bir sızı olarak şifasını bekliyor. Ancak on yılları aşkın süredir yaşadığımız kırılmaların çözümünde ileriye gitmek sihirli değneklerle mümkün değil. Herkes acısını hatırlıyor. Herkes acısına aldırıyor. Herkes acısında samimi. Ve daha da kötüsü: Herkes acısına alışmış. Bağlanmış. Kimlikleştirmiş. Kimsenin durduğu yerden ileriye-geriye yürümediği kavgada da çözüm zor.
İşte Papa'nın Irak ziyareti arkasından yine aynısını yaşadık. Bu kelime 'kullanılır' mı 'kullanılmaz' mı? Tarihimize baktığımızda Osmanlı'nın kullanmaktan çekinmediğini görüyoruz. Hatta Cumhuriyet'in 1. Meclis kayıtlarında birçok kereler istimal edilmiş bir kelime Kürdistan. Devlet yazışmalarında hiçbir endişe duyulmadan serdedilmiş. Ancak Şeyh Said Hâdisesinin ardından iklim değişiyor. Aslında iklim Cumhuriyet'in Osmanlı mirasını kaldırabilecek bir yapıya sahip olmamasıyla değişmeye başlıyor. Hilafetin kaldırılması mevzua en büyük darbeyi indiriyor. Bugün yaşananlar belki de sadece artçı şoklar. Devam sarsıntıları. Asıl depremiyse ta o zamanda yaşamıştık. Müslümanları bağlayan halka kopmuştu. Şeyh Said Hâdisesine dair 'resmitarih dışı' okumalar yaptığınızda manzarayı daha kolay kavrıyorsunuz. Evimizi kendi elimizle ateşe vermek gibi bir hata var bu tarihçede.
Kürdistan kelimesi 'kullanılır' mı 'kullanılmaz' mı? Niyetiniz sadece bir coğrafyayı tarifse neden olmasın? Ama ulus-devlet çağında bir 'ulusu anmak' aynı zamanda 'devleti de anmak' sayıldığından korkutuyor. Peki burada güreşmeye devam edelim mi yoksa ilerleyelim mi? Geçmişten günümüze ben güreşmekten bir hayli yoruldum. Enerji sarfiyatının da bir işe yaramadığını farkettim. Ancak yine de hakkında düşünmeyi terketmiş değilim. Geçenlerde Makyevel'in Prens'ini okurken de aklıma ilginç birşey geldi. Kıymet-i harbiyesi var diye değil. "Lakin aynı şeylerin söylenegeldiği tartışmalarda bir başka renk-tat olabilir!" diye düşündüm. Eh. Tebdil-i fikirde de bazı bazı ferahlıklar vardır. Özüyse şudur:
İslam tarihini incelediğinizde İslam devletlerinin siyasetlerine göre payitaht tayinlerinde bulunduklarını görürsünüz. Medine'den Şam'a, Şam'dan Bağdat'a, Bağdat'tan Nişabur'a, Nişabur'dan Rey'e, Rey'den Konya'ya, Konya'dan Bursa'ya, Bursa'dan Edirne'ye, Edirne'den İstanbul'a. İslam'ın ilerleyiş şekline göre payitaht bir sancak gibi taşınmaktadır sürekli. Önce kuzeye doğru. Sonra doğuya doğru. Sonra da batıya doğru. İstanbul bir karar yeridir. Çünkü Osmanlı kendisini hem doğunun hem batının hâkimi olarak görmektedir. İstanbul da hem doğuda hem batıda toprağı olan bir şehirdir. Asya ve Avrupa'nın merkezidir. Sonrasında Türkiye'nin Ankara'yı başkent yapması aslında Osmanlı'nın devasa iddialarından soyunmasıyla da ilişkilidir. Türkiye sığınağını Anadolu olarak tarif eder. Oraya kapanır. Bu kapanmanın bir ifadesi olarak da başkentini buraya çeker. Yani payitaht seçimi burada da ülkenin üzerine kurulduğu nizama işaret eder. Makyevel'in Prens'te Osmanlı'nın başkent siyasetini okuyuşu da böyledir. Bunu akıllıca bir yol olarak över Makyevel. Çünkü böylelikle Osmanlı yeni aldığı bölgeleri daha kolay bir şekilde İslamlaştırmıştır. Payitahtı taşımak bölgeyi de dönüştürücüdür.
Şimdi Yeni Türkiye'de, daha bidayetinde de olsak işin, İttihad-ı İslam siyasetinin daha gür bir sesle dillendirildiğini görüyoruz. Elhamdülillah. Allah biliyor ya: Çok da bekledik. Emeği olanların duacısıyız. Cenab-ı Hak mü'minlerden oluşan bu 'bünyan-ı mersûs'un inşasına tek bir taş koyandan dahi razı olsun. Dünyada-ahirette ecirlerle mükafatlandırsın. Âmin. Fakat bu vesileyle işin payitaht vechesine bakan bir düşüncemizi de dillendirmek istiyoruz: İttihad-ı İslam siyaseti yeni bir başkent seçimini gerektirmez mi? Yüzümüzü yeniden bilâd-ı İslam'a dönmüşken yeni bir satranç hamlesi yapılabilir mi? Hatta bu hamle sayesinde Kürdistan üzerine yaşanan tartışmalar da sonlanabilir mi?
Turgut Cansever merhum, Bir Şehir Kurmak isimli eserinde, Diyarbakır özelinde şehircilik üzerine konuşurken der ki: Bölgede cazibe merkezi haline gelebilecek bir kent, belki bir metropol, Hicaz'dan ta Diyarbakır'a kadar bütün bölgenin karar merciî haline gelebilir. Bugün durum değişti mi? Bence Suriye'de meydana gelen yıkımın ardından ihtiyaç daha da arttı. Bölgenin tekrar dengesine kavuşuncaya kadar kendisine ağabeylik edecek sistemliliğe ihtiyacı var. Sadece Suriye tarafına dönük değil bu durum üstelik. Irak'a doğru da durum böyle. Her iki yönde de siyasi istikrarsızlığın beslediği bir kaos havası hâkim. Kendi ayakları üzerinde durabilmeleri için belki kırk yılları var. Yani bölge kendisine yol göstericilik edecek bir payitaht karakterine eskisinden çok daha muhtaç. Çok daha arıyor bunu.
Bediüzzaman Hazretlerinin Medresetü'z-Zehra projesinde yine bölgeyi buluşma adresi olarak göstermesi, yani âlem-i İslam'ın merkezi hükmünde görmesi, kanaatimizi destekleyen bir öğedir. Burada yanan ışığın tesiri İslam coğrafyası içine daha hızlı yayılabilir. (Vefat etmek için Urfa'yı seçmesini ise yine bu minvalde başka bir yazımda analiz etmiştim.) Hem şu da var: Türkiye'nin başkentinin bu bölgede olması Kürdistan tartışmalarını da büyük ölçüde bitirecektir. En azından coğrafyamız üzerinde süregiden tartışmalara bir çözüm olabilecektir. Nasıl? Baştaki misalle cevaplamak istiyorum soruyu: Türkiye'nin payitahtının bu bölgede olması düğüne asılmış bayrak mesabesindedir. Ülkenin kalbi oradayken kimse buranın bölünüp ayrılacağını düşünmez. Evvelki gibi endişelenmez. Nizâ meselesi görmez. Üstelik merkezin oraya kaydırılması Türk-Kürt etkileşimini de arttıracaktır. Aleyhissalatuvesselamın 'selamın yayılması' ile 'muhabbet' arasında kurduğu bağ mevzuun biraz da bu 'etkileşim hukukunun arttırılmasıyla' ilgili olduğunu haber vermektedir.
İddialı birşey söyledim. Belki de kimileriniz söylediklerimi 'boş' bulacak. Olsun. Ben İttihad-ı İslam'ın baharı geldiğinde çok değişmezlerin değişeceğini düşünüyorum. Yakın zamanda Suriye'nin, Irak'ın, hatta Filistin'in geleceğinde Türkiye'nin büyük rol oynayacağı kanaatine sahibim. O zaman belki bu çılgın fikrim çok mantıklı görünecek. Nihayetinde: Hayır Allah'ın seçtiğindedir. Biz de ona tevekkül ederiz. Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Aramızdaki muhabbeti bozdurmasın. Âmin.