Bundan birkaç ay önce bana deselerdi ki: “Bediüzzaman’ın seyyidliği belgelerle ispatlanacak ve bunun üzerine cemaatin içinde büyük tartışmalar çıkacak!” Ölsem inanmazdım. Bırakınız tartışma çıkmasını, bunun “Biz zaten hep söylüyorduk!” tarzında yadırganmamasını beklerdim. Ama geldiğimiz noktada durum ne oldu? Tam tersi oldu. Neden? Bence cevabı belli: Sürecin doğru yönetilememesinden. Eğer süreç doğru yönetilseydi, hiç bunları konuşmadan hayata dönebilirdik. Birbirimizi tebrik edip Bediüzzaman’ın mevcut tarihçelerine bu belgeleri ekleyebilirdik.
Şimdi sorunun (zahiren) birinci ayağını oluşturan Kürt alınganlığını(!) izah etmeye çalışayım kardeşlerime. Bediüzzaman’ın seyyid oluşunu ispatta bir kısım Kürt kardeşlerimiz neden rahatsızlık duyuyorlar? Neden bu mutluluk verici olayı öfkeleriyle kedere dönüştürüyorlar? Bu gerilim neden yaşanıyor? Ben de bir Kürt olduğumdan kardeşlerimi bir nebze anlarım zannederim. O nedenle haddim olmayarak öncelikle meselenin bu tarafını masaya yatırmak istiyorum:
Bediüzzaman’ın da külliyatta bir yerde izah ettiği basit bir belagat kuralı vardır. Bir cümlenin zahir manası eğer malumu ilam nevindense, o zahiri mana terkedilip mecazına bakılır. Örneğin ben; “Said’in on parmağı var!” desem zahiri manası zaten herkesin malumu olduğundan (ve beyanında bir maslahat olmadığından) hemen akıllar mecazına kayar. “Said’in on parmağı var!” Yani bu; “Said, klavyede on parmak yazabiliyor!” demektir. Yoksa zaten her insanda bulunan birşeyi tekrar etmek için söylenmemiştir.
İşte malumu ilam eden cümlelerin böyle handikaplı bir yanı var. Benim buradan varmak istediğim nokta ise şu: Üstadın seyyiddiliği zaten malum olduğundan (Öyle ki, her Nur talebesinde az çok buna dair bir bilgi var. Rivayetler muhtelif olsa da insanlar böyle olduğuna gönülden inanıyorlar. Ben de inanıyorum) bunun bir toplantı eşliğinde tekrar söylenmesi, hatta karşı iddia varmış gibi ispata kalkışılması bir kısım kardeşlerimizin zihinlerinde mecaza kaymaya neden oldu. Yani aynı yukarıdaki örnekte olduğu gibi: “Üstadın seyyidliğine birisi itiraz mı ediyordu? Neden bu abiler, hocalar aksini savunan varmış gibi tekrar bunu söylüyorlar? Hem neden nümayiş yapıyorlar? Yoksa altında mecaz mı var?” süreci yaşanıyor şu anda.
Müfit Yüksel Hoca’nın Yeni Şafak gazetesinde yayınladığı endişelerini haklı buluyor ve onları bir yana koyuyorum. Fakat onları dışarıda bıraksak bile, sizce bir kısım kardeşlerimizin süreci böyle anlamaları doğal değil mi? Osman Sertuğ Çalışkan abimle meselenin mubahesesini ettiğimizde o, toplantı salonunda pek çok Kürt abinin de bulunduğunu ve seyyidliğin ispatından dolayı Akgündüz Hoca’yı tebrik ettiklerini söyledi. Öyleyse sonradan doğan şekvaların “Üstadın seyyid olmasını istememekten” kaynaklandığı düşünülebilir mi?
Sizi bilmem ama ben kendi insanımı bir miktar tanıdığımı düşünüyorum. Onlara seyyid dediğiniz zaman canları gider, ellerinden gelse ruhlarını söküp hediye ederler seyyid bildiklerine. Bu rahatsızlık Üstadın seyyid olduğunu öğrenmekten kaynaklanmıyor. Bu alınganlık külliyat metinleri üzerinde yaşanan “Kürt, Kürdî, Kürdistan” kelimeleri eksenli tartışmanın bir uzantısı... O zamankiler bir türlü çözemedikleri, aydınlatamadıkları için bu meseleyi, tartışmalarımız şimdiki nesillere de miras kaldı. Ve buna ilaveten: Üstadın seyyidliğini gerçekten Kürt düşmanlığı için malzeme yapanlar var. Çok değiller belki, ama varlar. Yaşadığım bir örneği anlatayım.
Bir gün cumartesi umumi dersinden çıkmış evimize doğru giderken radyoda bir şehit haberi yayınlanmıştı. (Allah rahmet eylesin.) Arabayı kullanan abi, haberin verdiği acıyla Kürtler hakkında bugün bile hatırlayınca üzüldüğüm kem sözler söylemeye başladı. Bir arkadaşım kendisini sakinleştirmek için: “Abi, sakin ol. Kürtlere niye kızıyorsun? Bizim Üstadımız da Kürt!” deyince aynen şu şekilde cevap verdi: “Ne demek Üstad Kürt? Üstad, hâşâ Kürt değildi. O seyyiddi.”
Şimdi benim gibi bunun bir nümunesini bizzat yaşamış birisi için Akgündüz Hoca’nın yaptığı bu toplantının anlamı nedir? Elbette suizanna memur değiliz. Fakat bir taraftan da; “Yahu meselelerimizi, hassasiyetlerimizi zaten biliyorsunuz. Bu ülkenin milliyetçilik belasıyla neler yaşadığını zaten biliyorsunuz. Bunları dikkate alıp süreci daha iyi yönetemez miydiniz?” diye sorasımız geliyor.
Mesela bu belgelerin Akgündüz Hoca elde ettiğinde kendisinin yalnız sunmasının uygun olmadığını düşünerek Kürt ilim adamlarını da sürece dahil edemez miydi? Haydi kimse dahil olmak istemedi. Eyvallah. Yahu bari bu işi nümayişle yapmasaydık, olmaz mıydı? Sanki Üstad mahkemeden berat kazanmış gibi, onu birşeyden kurtarmış, bir iftirayı aydınlatmış gibi bir hava oluşturmasaydık. Akgündüz Hoca bir makale yazsa, bir röportaj yapsa, belgeleri el altından dağıtsa bile yeterdi böyle birşeyi ispat etmeye. Herkes zaten inanmış inanacağı kadar. Of, of... Eneler delinmedi ki nahnü olsun. Git Darü’l-Hikmet’e, gel bugünün akademisyenlerine. Herşey aynı.