Yakın tarihte bu coğrafyada en yakıcı sorunlardan bir olan Kürt sorunun temelinde adalet veya adaletsizlik yatmaktadır. Dünyadaki ulus devlet anlayışının gelişmesi ve balkanlardaki ulusların bir bir Osmanlıdan ayrılarak bağımsızlıklarını ilan etmesiyle birlikte Osmanlı devletindeki paradigma değişikliği Kürt sorunun ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Osmanlı devletinin katı merkeziyetçilik anlayışını benimsemesiyle ortaya çıkan bu sorunu o dönemde en yüksek sesle dillendirenlerin başında Said-i Nursi’nin geldiğini görmekteyiz. Nurs’inin bu sorunun kronikleşmeden çözümlenmesi gerektiği, aksi bir ihmalkarlık veya inkarın topluma pahalıya mal olacağı işaretlerini görmüştü. Nursi, bu amaçla o dönemde Osmanlı devletinin başkenti olan İstanbul’a uzun bir yolculuk sonrası ulaşır. Nursi tahayyül ettiği İstanbul’u görmezse de ilerde büyük bir yangına dönüşecek olan Kürt veya Kürdistan sorunun bir an önce çözümlenmesi için bazı girişimlerde bulunur. Sorunun çözümüne yönelik hazırlamış olduğu raporu padişaha sunmak isteyince, önce tımarhaneye ve sonrada hapishaneye gönderilir.
Nursi, bu ortamları “ey koca İstanbul! Müsavat ve uhuvveti, sende, devr-i istbdatta yalnız tımarhanede, meşrutiyette yalnız tavkifhanede gördüm” sözleriyle tasvir eder. Nursi’nin sorunun çözüme yönelik girişimleri olumlu bir netice vermez. Nursi o dönemde farklı gazetelerde yayınladığı makalelerinde Kürtlerin maruz kaldığı adaletsizliği dile getirir ve aynı zamanda farklı cemiyetlerle irtibata geçerek bu cemiyetleri birer sivil baskı unsuru haline getirmeye gayret gösteriyordu. Nursi her kavmin kendi temel haklarına sahip olması gerektiğini zikreder ve eşitliğe dayalı bir adalet sisteminin tesisi için gayret gösterir.
BİRLİKTELİKTEN İNKARA GEÇİŞ
Osmanlının dağılma sürecine girip, farklı kavimlerin bir bir ayrıldığı bir dönemde Nursi’nin söylemi ittihattan yanaydı. Nursi, bilhassa adaletsizliğe maruz kalmış Kürtlerin bu süreçte Osmanlı’dan ayrılmaması gerektiği vurgusunu yapar ve o dönemde mesaisinin önemli bir kısmını bu yönde harcar. Nihayetinde o dönemde Osmanlı devleti çatısı altında kalıp sayıca en fazla olan iki kavim Kürtler ve Türkler olmuştur. Osmanlının dağılma süreci ve ardında başlayan kurtuluş savaşında yine bu iki topluluğu birlikte görmekteyiz. Gariban ve yoksul Anadolu halkının samimi ve gayretli mücadeleleri neticesinde bugünkü Türkiye toprakları işgal edilmekten kurtarılmıştır. Gariban ve yoksulların sırtından kazanılan bu zaferler daha sonra Mustafa Kemal’e mal edilecek kendisi kahramanlaştırılacaktır.
Kurtuluş savaşı sonrasında kurulan yeni cumhuriyette Türkler ve Kürtler eşit vatandaş olarak bu topraklarda huzurlu ve barış içerisinde yaşamayı ümit ederken 1923’te cumhuriyetin ilanından hemen sonra Mustafa Kemal Türkiye halkları kavramı yerine Türk ulusu kavramını kullanarak Kürtleri inkar etmeye başlamıştır. Bu tarihten itibaren Kürtlere yönelik başlatılan inkar, asimilasyon, baskı ve adaletsizlik politikaları bugüne kadar yirmidokuz Kürt isyanının ve birçok şiddet dışı hareketlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
ADALET SORUNU VEYA EMPATİ YAPAMAMA SORUNU
Bugün halen varlığını devam ettiren ve can yakmaya devam eden bu sorun aslında Kürt sorunu olmaktan çok bir adalet/adaletsizlik sorunudur. Adaletsizlik, eşitliğe dayalı adalete dönüşmediği sürece de bu sorunun devam edeceği dünya örneklerinden anlamaktayız. Bu sorun sadece Kürtlerin sorunu olmaktan ziyade akıl ve vicdanında vazgeçmemiş her insanın sorunudur. Bu sorun akıl ve vicdanını yitirmemiş bir Kürdün sorunu olduğu kadar bir Türkün de sorunudur. Çünkü sorun herkese lazım olacağı olan adalet sorunudur. Eğer resmi söylemi muteber kabul ederek bir Türk, Kürdün her hakka sahip olduğuna inanıyorsa o zaman o kişiyle beraber hayalen Kürdistan adında bir devlete bir yolculuk yapalım.
Kürtler ve Türkler birlikte kurtuluş mücadelesi vermiş ve kurulan yeni devletin ilk anayasasında Kürdistan halkı tabiri kullanılmıştır. Kısa bir süre sonra bu tabir Kürt ulusu olarak değiştirilmiştir. Türk halkı artık karda tık tık yapan Kürtler haline dönüştürülmüştür. Türklere Kürtçe diliyle eğitim verdirilmektedir. Türkün aslında Kürt olduğu teorisini dillendirilmekte. Masum Türk çocuklarına her sabah Kürdüm, doğruyum işkencesi yapılmaktadır. Bu topraklarda Kürtler kurtuluş mücadelesi verirken balkanlarda Türk göçmenlerin yoğun olduğu bir şehrimize “ne mutlu Kürdüm diyene” tabelası astırılmış. Bir Kürd lider “sakın anadil eğitim talebiyle gelmeyin” diyerek Türk kökenli yurttaşlarımızı aşağılamakta. Allah’ın kendisine takdir ettiği Türk etnisiteden kaynaklı en tabi ve doğal hakkını talep eden bir kitle var. Dindar Türke dindar Kürdün önce “hepimiz müslümanız ve kardeşiz” demekte. Dindar Türk, imanın ve ahlakın bir gereği olarak bu talebinden ısrar etmekte. Bu ısrara karşılık dindar Kürdün dindar Türkü Türkçülük yapmakla itham etmektedir.
Bu sırada bu adaletsizliğe karşı dinle araya mesafe koymuş silahlı muhalif bir Türk hareketi ortaya çıkmış. Bu hareketle devlet güçleri arasında bir çatışma ortamı meydana gelmiştir. Bu çatışmada ölen devlet güçlerine İslam dinin kutsal saydığı “şehid” kavramıyla anılmakta, dağda ölen Türk gencinin ismi de “terörist” olmaktadır. Türklerin yaşadığı köyler bir gece ansızın devlet güçleri tarafından boşaltılmış ve yakılmıştır. Buralarda yaşayan Türkler Diyarbakır ve Şırnak’ın varoşlarına göç ettirilmiş, fakir ve yoksuldurlar. Türkler içinde silahlı korucular oluşturulmuş ve bunlar Türklere kan kusturmakta ve topraklarını zorla ellerinde almışlardır. Türk siyasetçileri, iş adamları ve kanaat önderleri gün ortasında sokak ortasında infaz edilmekte ve fail-i meşhur listesi oluşturulmuştur. Çocukları kaybolan Türk anaları her hafta cumartesi Diyarbakır’ın en işlek caddesine bir ışık ve umut için oturmaktalar. Türklerin en tabi ve doğal haklarını talep eden kişiler parlamentoda temsil edilmesin diye yüzde on barajı konulmuş, Kürtçe okuma yazma bilmeyen Türk yaşlı amca ve neneler seçim günü ceplerindeki iple oy vereceği bağımsız milletvekillerine oy vermeye çalışmaktalar.
Kürtlerin sakallı başyazarı çözüm olarak dinle yaşantısına mesafe koymuş Kürt kökenli Genelkurmay başkanı ile dindar cumhurbaşkanı ve başbakanın birlikte Ankara Kocatepe camisinde namaz kılmayı önermektedir. Gece namazı kılan ve gündüz de oruç tutan dindar bir Kürd topluluğu dindar/dinsiz Türkün varlığını inkar etmektedir. Bir kamu kurumuna giden Kürtçe bilmeyen yaşlı bir Türkün “ah zamanımızda imkanlar yoktu” diyerek kendi kendine söylenmektedir. Çanakkale de, boğazı geçmek isteyen Türk köylülerini kurşuna dizen komutanın ismi o ilde bir askeri birliğin adı olarak konulmuş. Dindar Kürtler “Kürtlerle Türkler et ve tırnak gibidir” demekte ve Kürtler, Türkleri hep tırnak olarak algılamaktadır.
İşte Türkün ve kürdün eşit olduğunu iddia eden arkadaş, bu hayali ülkeyi beğenmediğini adım gibi biliyorum. Çünkü ben kendimi senin yerine koyduğumda ben de beğenmedim. Ama o beğenmediğin hayali ülkenin gerçeğinde bizler yaşamaktayız. Ve uzun bir süredir bu ülkede bu uygulamalardan dolayı insanlar birbirine öldür(t)üyor.
Gel Kemalist eğitim sisteminin zihinlerimize nakşettiği bakış açsını ve adaletsizliği temizleyelim. Dindar bir müslümansan Kur’an’daki adalet anlayışını yakala ve o pencereden bak. Farklı bir inanç ve felsefeye sahipsen onların sana telkin ettiği adalet penceresinden bak ve gözünün önündeki perdeyi kaldır.
Netice itibariyle Kürt sorunu dediğimiz olay eşitliğe dayalı bir adalet sorunudur. Sorun herkesin olduğu gibi kabul edilmeme sorunudur. Sorun zalimlere meyletme(me) sorundur. Bu sorun “kendi için istediğini kardeşin içinde istemedikçe…” paradigmasının hücrelerimize işleme(me) sorunudur. Bu sorun vicdandan uzaklaşma sorunudur. Bu sorun hak yerine haksızlığı ve kuvveti egemen kılma sorunudur. Bu sorun bir ahlak ve erdem sorunudur. Bu sorun insani sorumluluklarımızı yerine getirme(me) sorunudur. Ve bu sorun geleceğimizi akl-i selimle inşa edememe sorunudur.