Kürt sorununu nurcular çözmeli

Araştırmacı-Yazar Hasan Kaya ile yaptığımız röportaj…

Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber

Hasan Kaya

Mardin'e bağlı Nusaybin’de doğdu. İlk, orta okul ve liseyi Nusaybin’de tamamladı.
Üniversiteyi Türk Dili Edebiyatını okuyarak bitirdi.
Hayatının önemli kısmını Kültür-Dil ve Edebiyat çalışmalarına harcadı.
Tarihi eserler restorasyonu ile ilgili özel bir firması var.


Kürt Dili Edebiyatı ile ilgili çalışmalar yapıyorsunuz. Bu konuda bilgi verir misiniz?
Benim Kürt Dili ve Edebiyatı ile ilgili çalışmalarım lise yıllarına dayanır. Liseyi okurken bu konuya özel bir ilgi duyuyordum. Zaten lise yıllarındaki ilgim beni edebiyat okumaya yönlendirdi. Üniversite okurken kendi çapımda çeviriler yapmaya başladım. Özellikle Mardin İli hakkındaki kitaplarıyla ilgileniyordum. Üniversiteyi bitirdikten sonra da İstanbul da Kürt Enstitüsündeki bazı insanlarla tanıştım. Onlar benim çeviriye olan ilgimi biliyorlardı. Bu sebeple beni 1995 yılında Kürt Enstitüsünde başkanlığına seçtiler. 2003 yılına kadar orada çalıştıktan sonra ayrıldım.

Bu yıllar içinde folklorik denemeler yaptık. Yüz sene evvel, medreselerde Kürtçe diliyle söylenmiş, fakat Arap harfleriyle yazılmış el yazması edebiyat metinlerini tercüme yaptırdık.

Bazı kurs hizmetleri verdik. Kürtçeden Türkçeye, Türkçeden Kürtçeye bir Lügat hazırladık. İçeriği dil ve edebiyat ağırlıklı olan ilmi bir dergi çıkardık.

Hazırlamış olduğunuz Lügat hakkında biraz bilgi verir misiniz?
Yayına hazırladığımız Lügat elli bin kelimeden oluşuyordu. Fakat bu maddelerin ne kadarı Kürtçe, ne kadarı Arapça, ne kadarı Farsça onu bilemiyoruz. Çünkü o apayrı, çok hummalı ve detaylı bir çalışmayı gerektiriyor. Ayriyeten çok fazla zaman alacak bir çalışma…

Lügatin dışında benim Kürtçe dilinde yazılmış bir öykü kitabım, bir deneme kitabım, bir de şiir kitabım mevcut. Öte tarafta Türkçe kaleme aldığım, Kürt Öykü Antolojisi isimli bir çalışmam daha var. Bunların yanı sıra zaman zaman yayınlanan makalelerim oldu. Ulusal veya Uluslararası birçok seminerlere katıldım. Yani özetle enerjimin çoğunu dil, kültür ve edebiyatla ilgili çalışmalara ve bunların gelişmelerine yönelik uygulamalara harcadım. Tıpkı bir sivil toplum örgütü gibi, İstanbul da faaliyet gösterdik. Çünkü ilgi çekici bir kurum olduğu için, yut dışından birçok heyet bizi ziyarete geliyordu. Konsolosluklar, büyükelçilikler vs…

Biz İstanbul Kürt Enstitüsündeki başındayken, kurumu politize etmemeye çalışıyorduk. Yaptığımız iş Türkiye’nin genel konumu gereği biraz politize bir işti. Fakat biz siyasi görüşü kendimize esas yapmadık. Mesela Türkiye dışından gelen heyetlerin hiç birinin sorularını ırkçılık veya ayrımcılık yaparak cevaplamadık. Yani bu yaptığımız işi, tamamen bir meslek olarak yaptık. Türkiye’de bu işi yöneticiler ihmal etmiş olabilir, ama ülke hepimizin ülkesi. Bu işi gönüllü olarak yürüttük.

Kürtçe gramerle alakalı çalışmalarınız oldu mu?
Biz o senelerde iki üç arkadaş beraberce Kürt dilini tanıma amacıyla toplandık. Türkçe-Kürtçe-İngilizce küçük bir kitap yayınladık. Sebebine gelince şöyle anlatayım: O zaman diliminde çok tartışmalar vardı. Mesela Kürtçe bir dil midir? Ya da hangi dil gurubuna giriyor? Kaç tane lehçesi var? Gibi…

İşte tüm bu soruların cevabını bulmak adına kendi çapımızda bir çalışma yaptık. Tabii ki mevcut kaynakları ve gözlemlerimizi kullanarak gerçekleştirdik bu çalışmayı…



Peki, netice olarak neye vardınız? Kürtçe bir dil midir?
Evet. Ulaştığımız sonuca göre Kürtçe bir dildir. Fakat tekâmül etmemiş bir dildir. Yani 1850 yıllarından sonra meydana gelen Sanayi Devrimi sırasında birçok ulus Osmanlıdan kopmaya başladı. Ama Kürt toplumu hep birlikte yaşamayı esas aldı. Bu toprakları yurt olarak kabul etti. Diğer azınlıkları da ümmetle kardeş olarak gördüğü için, öyle bir ayrılmada olmadığı için Türkiye’den kopmadı.

Fakat sanki Üniversiteler Kürt dilinin gelişmesi olayını görmezden geldi. Sanki böyle bir topluluk yokmuş gibi davrandıkları için, bu işin okulu, öğretilmesi vs gibi durumlarda olmadığından, doğal olarak dil gelişmedi. Dil gelişmeyince, insanlar bunu dışarıdan karşılamaya başladılar. Bu sefer iş çok siyasallaştı. Çok fazla siyasallaşınca da insanlar, Kürt dilinin gelişmesi konusuna el atmaktan korktu. Biz bile Kürt Enstitüsünde bu anlamda çok sıkıntılar çektik.

Mesela Türkiye’de Hititoloji, Sümeroloji gibi değişik, duyulmamış birçok alanda çalışmalar yapan bir profesör, yüksek miktarlarda maaş alıyor, yurtiçinden ve dışından birçok yere davet ediliyor, ödüllere layık bulunuyor, onure ediliyor. Altında makam arabası oluyor, vesaire… Bu çok normal karşılanıyor. Fakat böyle bir profesör bile bize şu gözle bakıyor; “Acaba bir amaç için mi, bölücülük olsun, ırkçılık olsun diye mi bu işi yapıyorlar?” Acaba böyle çalışmaların içinde miyiz? Hayır, biz de kendi çocuğumuzun nafakasından fedakârlık ederek, yeri gelince kendimizden bir şeyler katarak çalışmalarımızı yürütüyorduk. Hatta riskli bir iş yaptığımızı bile söyleyebilirim.

Bizim amacımız asla kötü şeyler yapmak değil. Benim babama Nusaybin de Seyyid Nuri derler. Kendim de sekiz göbekten seyyid kökenli bir insanım. Müslüman bir ailenin içindeyim elhamdülillah. Yani ben Kürt dili ve edebiyatı alanında kendimce eksiklikler olduğunu tespit etmişim. Durumdan vazife çıkarmışım. Bir insanlık görevini yerine getirmeye gayret sarf etmişim. Bunun dışında başka bir amacım olamaz. Yani Kürtler diğer milletlerden daha iyidir, daha üstündür demek gibi bir amacım yok. Hani klasik olacak ama derler ya, Kürt olmak ister misin? Diye belki de olmam, belki de olurum… Aşırı değiliz bu konuda. Türkiye’de yaşayan herkes gibi, bir Laz kardeşim gelsin onu çok seviyorum. Ya da Arab'ı, ya da Çerkez'i hiç fark etmez. Yani çalışmaların amacı başka şeyler değil, tamamen dille alakalı…

Biraz da prodüksiyon çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

İki projemiz var. Birincisi, on üç bölümden oluşan bir belgesel filmi... Konusu gayet dikkat çekici… Doğu ve Güneydoğu da unutulmaya yüz tutmuş meslekler… Nalbantlık, Bakırcılık, Kazancılık, Keçecilik gibi… On üç mesleğin belgeselini yapacağız. Tabi bu belgeselleri yaparken, bu mesleklerin tarihin içindeki yerlerini, kaynaklarını, geçmişlerini de dile getireceğiz. Şu anda ne durumdadır veya bundan sonrasında ne olacak? Neler yapılabilir gibi, birçok konuya da değineceğimiz on üç bölümlük bir belgesel olacak.

İkinci proje ise dublaj alanında… Genel olarak dublajları yapıyoruz. Türkçe, İngilizce veya başka bir dildeki filmi, diziyi veya bir belgeseli Kürtçe’ ye çeviriyoruz firma olarak. Bu firmanın sahibi de benim. Tercüme çalışmalarını da kendim yapıyorum, başkaları seslendiriyor.

Doğu denince akla Büyük zatlar da geliyor. İslam büyüklerinin çoğu doğudan çıkmış. Onlarla alakalı çalışmalar da var mı veya olacak mı?
Evet. Bu konuyla alakalı olarak bizim değil, fakat başka bir firmanın çalışmaları mevcut. Belgeselin adı: “Uluların İzinde...” Bu belgeselde de yine o bölgede çeşitli makamı, camisi veya türbesi olan şahsiyetler hem irdeleniyor, hem de o mekânlar tanıtılıyor. Ben de o belgeseli Kürtçeye çeviriyorum.

Doğudaki büyük Zatlar arasında, Bediüzzaman Said Nursi de var. Siz Bediüzzaman’ı ve eserlerini tanıyor musunuz?
Elbette. Said Nursi hazretleriyle ilgili olan ilk makalemi bugün, Kürtçe olarak yazdım. Uzun zamandır bir dostum bana: “Günlük olarak RisaleHaber sitesinde, bir zenginlik olsun diye neden bunları yazmıyorsun?” diyordu. Ben de arkadaşıma: “Ben aslında Türk Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Türkçe yazmayı da çok isterim. Fakat kimliğimden ötürü olsa gerek, çevrem, dostlarım akrabalarım benden hep muhafazakâr bir fikir bekliyorlar. Kimliğimin gerektirdiği şekilde davranmamı istiyorlar. Ben de bir prensip olmuş. Kürtçe yazmak bende alışkanlık olmuş.” dedim.

O zaman arkadaşım dedi ki: “Öyleyse sen de Kürtçe yaz.” Bu aslında beş- altı aydan beri konuştuğumuz bir mesele, yeni değil yani. Fakat bugün o arkadaşımın ofisine başka bir mevzuu konuşmak için gittiğimde, yine bu konuyu gündeme getirerek: “Ne oldu makale?” diye sorunca, doğrusu biraz kızardım. Dedim ki: “Ağabey boşta bir bilgisayar varsa hemen başlayayım yazmaya.” Bana bir bilgisayar verdiler ve ben oturup, daha önceden aklımda olan makalemi yazdım.

HÜZÜNLÜ FOTOĞRAFIN ANLAMINI KEŞFETTİM

Bu yazının özetini şöyle anlatayım: İlkokula gittiğim senelerde, dedem İran’dan Van’ın Muradiye şehrine gelirken orada vefat etmiş. Onun taziyesi için Batman’a gittiğimde medrese mezunu olan dayımın evinde bir dizi kitap görmüştüm. Kırmızı meşin kaplı ve simli bir dizi kitap… Yanında da hüzünlü, acı çekmiş olduğu belli olan bir fotoğraf… Çocuk aklımda kalan buydu.

Üniversite yıllarından sonra: “Said-i Kürdi, Said-i Kürdi” diye bir isim duymaya başladım. Mezun olduktan sonra, kültürel faaliyetlere başlayınca etrafımdaki birçok insandan Said Nursi’ nin hayatına dair, kendisine, kişiliğine dair birçok şeyler duydum. Çok fazla anlatılıyordu. Anlatanlar Said Nursi’nin hayranı olan, onu çok seven kimselerdi. Fakat talebelerine karşı büyük bir tepkileri de vardı bu kişilerin. Çok büyük bir zattır, çok büyük bir âlimdir, vatanını da çok sever, fakat eserleri tahrif ediliyor diye anlatırlardı. Said Nursi hakkındaki bilgilerim bu şekildeydi.

Daha sonra ben Ankara’ya yerleştim. Ve kendiliğimden tamamen yakınlarımın vasıtasıyla, Said Nursi’nin eserlerini okumaya karar verdim. Önce biraz Risale-i Nur okudum. Daha sonra Bediüzzaman’la alakalı makaleleri okudum. Böylelikle geçmişteki bilgilerimdeki yanlışlıkları düzeltme imkânım oldu. Said Nursi hakkındaki bilgilere direkt olarak ulaştığım için, sorularımın cevaplarını da bulmuş oldum. Ben de oluşan en güçlü duygu, o çocukluk yıllarımda gördüğüm fotoğrafa yüklediğim anlam oldu. Yani sanki bütün insanlığa karşı bir endişe içersinde, hani bir babanın çocukları perişan olacak da, oda bunun tedirginliğini yaşıyor gibi…” Bu duygularla düşündüğümde, o hüzünlü fotoğrafın anlamını keşfettim. Yani bizim yerimize üzülen, korkan, endişe eden bir Zat olduğunu anladım…



BEDİÜZZAMAN’IN VERDİĞİ İLAÇ, HER BÜNYEYE UYGUN GELİR

Hatta Urfa’da Halilür-rahman Dergâhındaki yıkılmış mezarı da ziyaret edince bu fotoğrafın üstüne birde “kahr” kelimesi eklendi. Nasıl bir kahır? Benim içimde itiraf edilmemiş, gün yüzüne çıkmamış bir sevgi zaten vardı. Fakat Bu Zatı yakından tanıyıp anlayınca, ülkem hakkında bir kahır oluştu ben de. Yani Bu ülkede böyle büyük Zatlara büyük eziyetler çektirilmiş.

Hadi siyasal anlamda özellikle son otuz sene içinde, insanlar çok büyük eziyetler gördü, yaşadı. Bunların hepsi siyasi olaylardı. Fakat beni en çok etkileyen şey, Bediüzzaman’ın sivil olması ve siyasi olmaması kendisini tabu yapmamasıdır. Buna rağmen ona çok büyük eziyetler edilmesine çok kahroluyorum.

Bütün pozitif bilimleri korkunç düzeyde anlayan ve bunlara dayanarak konuşan büyük bir Zat… Mesela bazı insanlar bir tezi savunur ama başkaları o tezi yüz defa çürütür… Hoş gibi görünür, fakat geçerli olmaz. Bediüzzaman'ın fikirleri böyle değil… Ondaki en önemli özellik verdiği ilacın alan kişide rahatsızlık, hazımsızlık meydana getirmemesidir, her bünyeye uygun gelmesidir.

Gariptir ki, İlahiyat hocaları, medrese alimleri ve profesörlerin bazıları Said Nursi’yi sevdikleri ve benimsedikleri halde eserlerine pek yanaşmıyorlar. Bunun sebebini neye bağlıyorsunuz?
Açık ve net bir şekilde ifade etmeliyim ki, her şeyin ticareti olur, fakat insanlara ait olan saf, temiz duyguların, mukaddesatın ticareti olmaz. Ülkenin yüzde doksan dokuzu Müslüman kimliği taşıyor. Bu durum bu ülkenin gerçeğidir. Mesela yabancı birini gösterip desen: “Bu senin amcandır.” Ben derim ki: “Kardeşim! Benim kendi, öz amcam var. Neden bir yabancıyı bana amca yapıyorsun? “Bir ağabey” de onu da seveyim. Fakat bana amca yapma.” Neyse odur. Yani fıtrat neyse öyledir. Şimdi

Üniversitelerde de bir çıta var. Deniyor ki, gerçeği bir yere kadar söyleyeceksiniz. Siyaset okullarında gerçeği bir yere kadar söylersin. Ama din mektebinde, siyaha siyah, beyaza beyaz demen gerekir. Din konularında ikiyüzlülük olmaz. Baskı olmaz. Olursa bu sahibine döner. Ben anlıyorum ki, gerek medreselerde gerekse İlahiyatlarda kendi içinde ayrı bir baskı düzeni var. İnsanlar fikirlerini rahatça söyleyemiyor. Ama bu durum doğru bir yaklaşım değil İlahiyatlara hiç yakışmıyor.

Mesela Amerika’nın uyguladığı baskı, şiddet kendisine terör olarak geri döndü. Bu defa diyor ki:” Yeni dünya sisteminde ben gidip insanların karnını doyurayım, sanayilerini de biraz geliştireyim. Bari bana düşmanlık yapacaksa da, gelip şehrimin ortasında bomba gibi patlamasın.

Türkiye’de bu sistemi yerleştirmeye çalışanlarda da aynı durum ortaya çıkar. Uyuşturucuyu yaymaya çalışan birinin günün birinde, kendi çocuğu uyuşturucu komasından ölebilir. Yani insanın yaptığı kötülük, yanlışlık kendi kapısına kadar gelir. Bu sebeple bunun yolu Said Nursi’yi görmezden gelmek, onu yok saymak, baskı kurmak değildir. Serbest bıraksınlar, sonrasında bir yanlışı bulunursa bunu ispatlayarak, kitaplarında yazsınlar. Aşırı olmamak kaydıyla kendi şahsi fikrini belirtsin kişi.

Türkiye de bunlar artık net bir şekilde konuşuluyor. TRT-6 devreye girdi. Siz Türkiye’nin geleceğiyle ilgili neler söyleyeceksiniz?
Aslında geçen senelerde bu konuda çok umutlanmıştım. Mesela Tayyip Erdoğan, Diyarbakır’a gittiğinde realiteden bahsetti. “Kürt realitesini tanıyoruz” gibi laflar etti. Ben de dedim: “İnşallah bu mesele kendi aramızda, dış güçlerin müdahalesi olmadan halledilir.” Fakat gördüğüm kadarıyla artık hükümetin bile gücü yetmiyor. Hükümetin hakkında iyimser olmak istiyorum. Ama bizim bilmediğimiz çok güçler var ki Türkiye’de, Kürt meselesi bir türlü çözüme kavuşmuyor. En başta dağdaki insanı kazanmak gerek... Çünkü onun annesi de namaz kılan bir insandır. Babası da camiye giden kendi insanımızdır. Evet, bir insan suç işlediyse cezasını alır, bu çok normaldir. Fakat sosyolojik açıdan bakarsak, “Neden bu hale geldik?” sorusunun köküne inilirse çözülecek, fakat o köke ulaşmaya izin vermeyen bir güç var bana göre…

Tabii ki kısmen düzelmeler de var. Tamamen karamsar değilim. Belki on sene öncesinde TRT çatısı altında Kürtçe yayın yapılması hayal gibi bir şeydi. Şimdilerde artık demek ki insanlar da da bir değişme var. Toplumdaki farklı kesimlerde de bir değişim söz konusu. Bununla birlikte, bir toplumda eğer kötülükler, iyiliklerden fazlaysa o toplumda büyük bir kaos oluşur. Allah’a şükür ki o noktada değiliz. Bir Kürt’le bir Laz İstanbul da aynı apartmanda sessizce yaşıyor. Kimse kimseye baskı yapmıyor. Temennim o ki vicdanlı, merhametli insanların sayısı daha çok artsın.

Eğer bu ülkede Said Nursi’nin eserlerini okuyan ve yayılmasını sağlayan insanlar çoğalıp ülke genelinde söz sahibi olurlarsa ben inanıyorum ki, Kürt sorunu gibi birçok mesele kendiliğinden çözülür. Bunları söylerken şunu da belirteyim: Said Nursi’nin fikirleri zaten çağdaştır. Ben Türkiye de uygulanan Laiklik anlayışına karşıyım. Fakat diğer ülkelerde ki sadece Müslümanlara değil, bütün insanlara tanınan din ve vicdan hürriyetini ve yaşama biçimini de savunuyorum. Seküler denen şeye karşı değilim.

Sizin dininiz size bizim dinimiz bize anlamında bir ayeti kerime de var bu konuda…
Evet. Aynen öyle. Nasıl başı örtülü bir kimsenin başını zorla açtırmak kötüyse, benim için başı açık birine de zorla baş kapatmak aynı şeydir.

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Röportaj Haberleri