Doğup büyüdüğü, çiçeği burnunda bir delikanlıyken ayrıldığı köyünün girişindeydi. Çocukluğunda köyün tozlu yollarından, bitip tükenmek bilmeyen işlerinden bezmiş olduğu için midir nedir, hep şehre gitme hayali kurmuştu. Üniversiteye başladığında, yuvadan da uçmuş; sonra kader onu, istemediği kadar şehir şehir dolaştırmıştı.
Derin bir nefes çekti: “Oooh, trafikten, gürültüden, stresten uzak on beş gün…”
Doğruca baba evine gitti. Her zamanki gibi yalnız çaldı kapıyı. Eşi ve çocukları köy şartlarında bir gün bile yaşamaya tahammül edemiyorlar, uzaklığı da bahane ediyorlardı.
Kapıyı açan yaşlı annesinin boynuna atıldı. Beli iki büklüm olmuş kadıncağız, kısa bir şaşkınlığın ardından doya doya sarılıp öptü oğlunu, gözyaşları eşliğinde. Babası da yetişip kucakladı.
Evde her şey en son bıraktığı gibiydi. Dış kapı yine gıcırdıyor, yine duvarların sıvası dökülüyordu. Yalnızca, anne ve babası biraz daha çökmüştü. Onlarla konuşurken, gözlerine hüzün ışıkları doldu.
Annesi, kaşla göz arasında sofrayı kurdu:
“Gel Hüseyin’im, gel aslan oğlum; köyünün tarhanasıyla bulgurunu özlemişsindir.”
Özlemez olur muydu, hem de nasıl özlemişti. Ama tarhana, bulgur değildi esas hasretini çektiği. Çocukluğu, kardeşleri, dedesi, ninesi, çorba tenceresi ortaya konulur konulmaz başlayan yarış, birbirine karışan kaşıklar… Hani şimdi neredelerdi? Bütün bunları hatırlayınca, çorbanın midesine değil de kaşık kaşık yüreğine aktığını hissetti. Göz pınarlarında biriken yaşları saklamak için başını eğdi, sofra bezini düzeltir gibi yaptı.
“Ben çarşıyı bir dolaşayım müsaadenizle.”
“Müsaade ne demek oğul? Ama geç kalma ha! Daha bir gözüm gördü seni.”
En vefalı çocuğunun ardından sevgiyle baktı yaşlı kadın. Torunlar da gözünde tütüyordu ya, neyse…
Çocukluğunda her gün bir uçtan bir uca defalarca katettiği yol, şimdi Hüseyin’e oldukça uzun ve yorucu geliyordu. “Eee, otura otura hamlamışız iyice.”
Otomobiliyle gelmemişti; teknolojinin buradaki saflığı bozduğunu düşünüyordu. Babasıyla birlikte diktikleri kavak ağaçlarının önünden geçerken, onlarla konuşmadan edemedi:
“Elif gibi ipince uzayın bakalım. Çok yakında sizi de kağıt kalem yaparlar.”
Kasapla, manavla görüştü; eski dostlarıyla, yakınlarıyla selamlaştı, hasbihal etti.
“Gel hele, diye seslendi yılların çaycısı Osman Amca, gel bir çayımızı iç.”
Hüseyin, kahvehaneleri sevmezdi, biraz gönülsüzce içeri girdi. Bu mevsimde fazla iş yok diye kahvehanede vakit öldürenler de tam kadro oradaydı.
Çaylar geldi, sohbet başladı. Köyün Veli Aga’sı, Hüseyin’e bakıp derin bir nefes aldı:
“Aah ah! Dün gibi hatırlıyorum; kısa pantolonla şu yolda koşturup dururdun be Hüseyin.”
Hüseyin, lafın nereye varacağını anlamıştı.
“Hiç unutmam, kırmızı bir pantolonun vardı, ikide bir aşağı düşerdi. Sen utanır, hemen yukarı çekerdin, ha, ha.”
Deminden beri susan, uzaktan akraba Halil de söze karıştı:
“Bir de sümüklüydü ki… Sümüğünü omzuna silerdi hep. Omuzlar parlak parlak…”
Ne kahkahalar, ne de Hüseyin’in çocukluk günlerinin muhabbeti bitecek gibi görünmüyordu. Her gelişinde aynı şeyleri dinlerdi. “Eee, bunlara iyi bir ders vermenin zamanı geldi.” diye düşündü.
“Yaa, Ali Amca, dedi Hüseyin, ne günlerdi gerçekten. Hani bir gün sen, tavukların yumurtlamıyor diye kardeşinin kümesine gizlice girmiştin. Zeki’yle ben, seni görmüştük de bize de sus payı yumurtası vermiştin, hatırlıyor musun?”
Ali Ağa, ağzındaki çayı zor yuttu; kızardı, bozardı; kekelemeye başladı:
“Tövbe, daha neler? Ne… ne zaman yapmışım?”
“Valla, Zeki de biliyor; ona da sorabilirsiniz.”
Sıra Halil’e gelmişti:
“Halil Amca da bir hilekardı ki! Hani, sütler biraz su ilaveli falan. Millet de iyi anlamıyordu; sıcak su mu katıyordun yoksa Halil Amca? Ha, ha, ha…”
Halil, boğazı gıcık yapmış gibi öksürdü. Kahvehanedekiler, tek tek yerlerinden kalkmaya başladılar. Mazeretler de arka arkaya sıralanıyordu:
“Hay Allah! Çiti onaracaktım, unutmuşum. Bana müsaade, bize de gel Hüseyin!”
“Bizim hanım şeker istediydi, geç kalmayayım bari. Hadi eyvallah.”
Hüseyin, her birine gülümserken buluşuna da içten içe seviniyordu; hatta kahkahayı basmamak için kendini zor tutuyordu. Arkalarından seslendi:
“Yarın akşam bize buyurun, çayı bizde içelim. Hem, eski günlerden konuşmaya devam ederiz.