“Kutlu doğum”dayız. Bir gül cemresi gibi her Nisan gönlümüze iniyor Peygamber sevgisi… Belki de ilk oluyor bu. Devlet eliyle başlatılan bir uygulama, halkın gönlünde yer buldu. Resmîlikten çıktı, gönüllü eyleme dönüştü. Çeşitlendi, çiçeklendi. Sanki şu güncel reklam sloganını başka türlü söylemeyi hak ediyor kutlu doğumlara gönüllü katılan, katkıda bulunan halkımız: “Türkiye’de kutlu doğumu biz başlatmadık ama biz değiştirdik.”
Peygamber sevgisi eksenli gelişen ‘kutlu doğum’un aslında bizim kutlu doğumumuzu hazırlaması beklenir. Peygamberi hatırlayarak, Peygamber’in hatırını hayata taşıyarak, kutlu doğmalı insanlar. Peygamberi, uzakta, hasreti çekilecek, hatırası sayılacak, ardından ağlanacak, çektiği acılar için acınacak biri olarak görmek yerine, “şimdi ve burada” bir peygamber itaati inşa etmeliyiz. Peygamberi anma eylemimizin bizi dönüştürmesi gerekir, bizi adam etmesi umulur. Peygamberi sevmemizin hedefi kılmadan önce, itaatimizin öznesi kılmamız beklenir. Çünkü Kur’ân öncelikle, Allah’ı sevilecek ve sevecek bir özne olarak tarifler. Peygamber’i ise ittiba edilecek, izinden yürünecek bir rehber olarak konumlandırır.
Ayetin meali şöyle: De ki: ‘Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah sizi sevsin…”[Al-i İmran, 31] Ayetin bu anlamına göre, Allah’ı sevmek ve Allah tarafından günahları ve hataları silinecek kadar sevilmeyi ummak şimdi’nin işidir ve hemen burada gerçekleşmelidir. İşte o zaman, Peygamber’i itaat edilecek biri olarak buluruz.
İşte o zaman iş başa düşer: Allah’ı sevmede Peygamberce olmak… Allah’ın sevmesini hak etmede Peygamberce sorumluluk kuşanmak… Böyle olunca, Kutlu Doğum edebiyatı yapmak yerine, her birimizi yenileyen, vicdanımızı aktifleştiren, aklımızı inşa eden, iyi olma niyetimizi ayağa kaldıran kutlu doğum gerçekleşir. İşte” Kutlu Doğma”dır bu. İnsana namazsız niyazsız, ibadetsiz tesettürsüz ama gözü yaşlı bir ajitasyon kültürü dayatmak değildir Kutlu Doğum.
Peygamberce olmak, Peygamberce durmak, evvela Muhammedî olmaktır. O’nun halini hali eylemek, O’nun yaşadığı hayatı şimdiye taşımaktır. Onun hatırasına canla başla katılarak, hatırayı canlandırmaktır kutlu doğmak. Hatırasını saydığımız o hayat, öncelikle bir hayret ve minnet bakışı sunar. Şimdi ve burada olmayı bir hayret edilesi bir sürpriz sayar. “Subhanallah”ı hayatı eyler. “Hayretinin artma”sı için duaya durur. Şaşırmayana şaşar. Şimdi burada var olmayı hak edilmemiş, hakkı verilemeyecek biri iyilik sayar.” Elhamdülilah”ı dudağıyla değil sadece, alın teriyle söyler, akıl teriyle yazar. “Şükreden bir kul olma”mayı kendine yakıştırmaz.
Öyleyse nedir Muhammedî olmak? Muhammedî olmak hamd eder olmaktır, hamd etmeden edemez olmaktır. [“Muhammed” ismi “hamd” eyleminin sevdalısı anlamına geliyor olabilir mi?] Muhammedî duruş, gördüğü iyiliğe minnet duymayı adamlık standardı sayar.Hamd’ivarlığın iliği bilir, şükürsüz anlara israf diye bakar. Ezbere konuşmaz. Sözünün ardında özüyle durur. Dilinin ardında sahici bir kalbi vardır. Allah’ı sevmeyi, Allah’tan tarafından sevildiğini bilmeyi bir varoluş kodu olarak ortaya koyar. Kendisine yapılan iyiliği görmezden gelmeyi kendine yakıştıracak kaç insan vardır? Kaçımız, nankör, iyilikten anlamaz, hatır saymaz, huysuz, kendine yontan, bencil bir insanla bir ömür geçirmeyi göze alabiliriz? Öyleyse kutlu doğum bizi bencilliğe çağıran, cimriliği teşvik eden, benci’liği kutsayan, narsisimi hayat tarzı olarak dayatan şu dünya kuyusundan çekip almalı bizi. Yeniden doğurmalı… Kutlu bir doğum sunmalı insanlığa… İnsan, insan olmalı…
İnsan olan insan en önce kendisine yapılan iyiliği görmeli. Yoktan var edildiğini fark etmeli. Yokluğunun umursanmadığı önemsizlikten kurtarıldığını bilmeli. Anılmaya değer bir şey bile değilken itibara kavuştuğunu hiç unutmamalı.
Bu yüzden olmalı ki, Elçi’nin elçilik ettiği söz “Elhamdülillah” ile başlar. “Hamd olsun Allah’a…” Sözün sahibi, her şeyden önce kendisine hamd borçlu olduğumuzu hatırlatıyor bize. Yani, “teşekkür ederim” dememiz gereken bir konumda olduğumuzu bildiriyor.
Hiç ummadığı iyilikler görenden beklenir teşekkür. Hiç beklemediği lütuflarla sevindirilenin işidir minnet duymak. Hak etmediğini bildiği, hakkını vermeye yetişemeyeceği, hiç karşılık beklemeden aldığı nimetler karşısında, ister istemez, şükran duygusuna kapılır insan. Verenin mecbur ya da mahkûm olmadığı durumlarda müteşekkir olur insan. Oysa, şimdi burada insan olarak var olmamız kaçınılmaz değildi. Vazgeçilmez olmadığımızı mı sanıyoruz? Yaratan bizi yaratmaya mecbur muydu ki?
Sadece “insan” olmak, varlığı karşısında minnet duymak için yeter. İnsan varlığını Allah’tan ödünç almıştır. İnsanlık kendisine iyilik olarak verilmiştir. Kendi yokluğunu kendisinin bile bilmediği unutulmuşluk kuyularından lütfen seçilip alınmıştır. Kendi yokluğunu kendisi bile dert edinmezken, kendi varlığı konusunda ısrarlı olamazdı… Şimdi burada bir insan olarak var isek, Yaratan’ın “ille de sen, ille de sen” ısrarından dolayı değil midir?
En başta hatırlatır bu yüzden vahiy: “Senin varlığın senin hak ettiğin şey değil! Senin sen olman, senin hiç ummadığın bir iyilik. Allah, seni mecburen değil, gönüllü var etti. Allah, seni sürekli var kılmak zorunda da değil, sevdiği için var ediyor. Sevdiği için günahlarını bağışlamaya söz veriyor, hatalarını örtüyor. Sevildiğini biliyor musun?
Öyleyse, insan, hiç olmazsa bu kutlu doğum’da bir Muhammedî duruşla durmalı. “İyilik ummak”tan çok “umulmadık iyilikler gördüğünü” bilmelidir. Elinde olmayanlara hayıflanmak yerine, eline hiç sebepsiz verilenlere ve verileceklere teşekkür telaşında olmalı. Başkalarının kendisine iyilik borçlu olduğunu hesap etmek yerine, kendisinin başkaları arasındaki varlığının eşsiz bir iyilik olduğunu görmeli.
Doğmalı…
Doğmalı…
Kutlu doğmalı…
Kutlu doğmak için Bakara 44’übir de şöyle okuyabiliriz (mi?):
“İnsanlara iyiliği emreder de kendiniz[e iyilik edildiğin]i unutur musunuz?”