Kudüs gezisinden notlar-2
Çok kısa bir süre içinde çok fazla yerler gezileceği için yoğun bir tempoyla gezi sürerken bile dakik bir gözle baktığınızda parçalar arasındaki bütünlüğü görebiliyorsunuz.
Zahiri bir serbestiyet içerisinde birbirine tamamen zıt iki toplumun, her an patlamaya hazır duyguların uçuştuğunu hissedebilirsiniz.
Gerek Yahudiler gerekse Filistinliler bu toprakları kendi öz malı gibi düşündüğü için bir başkasının sahiplenmesine asla razı olmayan bir tutumu görebiliyorsunuz.
Yahudiler gücü elinde bulundurmanın cüretiyle öteki insanlara bakarken Filistinliler; ”bu yerler atadan kalma bizimdir. Hiç kimseye buraları kaptırmayacağız” edasıyla, lakin geçici bir yenilginin hazımsızlığını taşıyarak yaşadığını çıkartabiliyorsunuz.
Yahudiler asırlardır süre gelen yurtsuzluklarını,”tanrının vaat ettiği topraklara” kavuşmanın hasretini giderircesine bütün duygularıyla ölümüne bu topraklara sarılarak hayatlarını idame ederken, zaman zaman ırkçılığın bütün dehşetini bu beldelerde yaşatmışlar.
Öyle ki rehberimiz İsa beyin anlattıklarını duyduğumda Yahudilerin tarih boyunca sahip oldukları fitne ve fesat kişiliklerine hem mekân hem de gözle görülen tahribatlarıyla şahit oluyordum.
Mesela bazı yoğun güvenlik önlemlerinin alındığı alanlara geldiğimizde, İsa bey: ”işte burada falan tarihte bir Yahudi buradaki bütün topluluğu taramış. Onun için o günden beri buralarda sıkı güvenlik önlemleri alınmıştır.”
Tabi hepsinin içinde belki de en kötüsü 21 Ağustos 1969 tarihinde Denis Ruhan adlı bir Yahudi tarafından Mescid-i Aksa’yı Selahatin-i Eyubi’nin yüzlerce yıllık minberiyle birlikte yakılmasıdır.
Bütün bu olayların çoğunu yeni duyuyorduk.
Olayların çoğu dış dünyadan habersizken bazı duyulan olayları ise Filistinliler yapmıştır diye dünyaya lanse etmişler.
İşte bunları duyduğunuzda dalıp gidiyorsunuz.
En dehşet terörü estiren Yahudiler olduğu halde dünyaya Yahudiler mazlum, Filistinliler ve Müslümanlar ise terörist olarak üflenmiş.
Al sana, üste çıkıp rakibini ölesiye döverken dünyaya ağlayarak “dövülüyorum imdat” diye bağıran Yahudi taktiği…
***
Kuddüs’ün sokaklarında gezerken bütün dikkatimi Filistinli çocukların üzerine çekmiştim.
Bakışlarında dünyayı nasıl algıladıklarını çözmeye çalışıyordum.
Pervasız bakışları vardı.
Hepsinin yaşam standartları üçüncü dünya standartlarındaydı.
Her şeye rağmen hayatlarından memnundular.
Umarsız tavırlar ve gözü peklik, gözlerini bir ateş çemberinde açtıkları için olsa gerek deyip düşünüyordum ki Halil şehrindeki Hz. İbrahim’in ve hareminin kabrinin bulunduğu mescide doğru gidiyorduk.
Birden kendimi büyük bir hapishanenin duvarları arasında yürüdüğümü sandım.
Dar bir sokakta sadece gökyüzünün görüldüğü duvarlar arasında ve duvarların üstü yuvarlak tel örgülerle örgülü olarak bir an ürpermiştim.
“Yanlışlıkla hapishaneye mi gidiyoruz?” diye düşünmüştüm.
Sokak bittikten sonra demir parmaklıklar ve turnikelerle örülü bir girişte kulede bir İsrail askeri kapıda ise bir bayan askerin kontrolünde içeriye girdik.
(Ne yazık ki gezdiğimiz bütün kutsal mekânların hepsi böyle hapishane girişi gibiydi ve hepsi İsrail askerlerince kontrol ediliyordu.)
Biz rehberimize: “neler oluyor?” diye sorunca, İsa Bey: “Çocukla asker ağız dalaşı yaptılar. Asker kızdığı için kapıları kapattı. Birazdan başka askerler gelip çocuğu alacak ki sonra bizi bıraksınlar.”
“Peki, çocuk ne dedi” diye sordum.
İsa Bey, “Çocuk en son askere; ‘sen kendini kahraman mı sanıyorsun?’ dediği için asker kızdı.” dedi.
Hazreti İbrahim’in mescidinde namaz kılarken o çocuğu ve onun şahsında bütün Filistinli çocukları düşünüyordum.
Sonra bizim çocukları düşündüm.
Sonra benim neslimin bu hayata benzer bir hayat yaşadığı 12 Eylül dönemini düşündüm.
Postallı bir dünyanın gri renkli atmosferlerin dipçik ve namlu eşliğinde soluduğumuz oksijenin ruhumuzu nasıl bir kasavetle boğduğu anları yaşadım.
Sonuçta onlar bizim askerimiz olduğu halde damarlarımıza şırınga edilen ürkeklikle nasıl nesillerin devşirildiğini hesaplarken burada Filistinli çocukların o yaşadığımız atmosferin bin katı daha korkunç atmosferler altında yaşadıklarının kıyası bile yapılmayacağını düşünüyordum.
Biz ancak kırk sene sonra kendimizi bulmaya başlarken, Filistinliler acaba kaç nesil daha bu şekilde yaşayacak?
Ve bu vebal başta bütün insanlığın sonra İslam âleminin sırtında ağır bir yük olarak durmuyor mu?
(Devam edecek)