Bir şeyi iktisatlı kullanmak demek onu bir kast için, bir maksatla ve yerli yerinde kullanmak demek. Paramızı iktisatlı kullanmak nasıl hayatımızı kolaylaştırıyorsa duygularımızı, hislerimizi, muhabbetimizi ve sayamayacağımız kadar çok olan istidatlarımızı da kendi mecralarında ve yerli yerinde kullanmak da hayatımızı kolaylaştırır. Ferah ve huzura kavuşmamıza sebep olur.
Kuvve-i şeheviye, hayatımıza lazım olanları almak ve onlara iştiyak hissetmek için verildiği gibi kuvve-i gadabiye de hayatımıza zararlı olan şeyleri uzaklaştırmak için bize verilmiştir. Bu kuvveyi sadece gadap hissi veya öfkelenmek gibi görmek sathi olacaktır. İnsanın enaniyetli vücudu dahi bu kuvveye bakar.Yani kendisini herkesten ayrı bir fert olarak görmesi.
Bu iki kuvvenin menşeine ve bize neden verildiğine baktığımızda Cenab-ı Hakkın rububiyyetini görürüz. Rabb, her mevcudu ademden vücuda çıkarıp ona bir kemal nokta belirler ve o noktaya bir meyil verir, oraya giderken menfaatleri celb ve zararları def eder. İşte bize verilen kuvve-i şeheviye menfaatlerin celbine, kuvve-i gadabiye ise zararların define hizmet etmektedir.
Bu iki kuvve ile beraber kuvve-i akliye dahi var ki bu üç kuvve ruh ile bedenin (mahiyetçe birbirinden çok farklı bu iki mahlukun) birlikteliğine hizmet eder. Bu bir başka mesele olduğundan şimdi girmeyelim.
Kendimizi bir müstakil şahış olarak görmemiz ve gadap hissimiz kuvve-i gadabiyemizden kaynaklanır. Hayatımızı zararlardan korumak için bu hisler çok önemlidir. Birisi hayatıma kast ettiğinde kendimi bu hissimle savunurum, hakkıma tecavüz edildiğinde bu hisle hakkımı ararım, bana zararı dokunacağını bildiğim işlerden bu his ile uzak dururum.
Bazen kendimizi korumak için öfkelenebiliriz de. Ama işte bu hislerin iktisadı çok mühim bir meseledir ve haddimi bilip kulluk hududundan taşmamak için de ayrı bir önem taşır. Evet öfkelenebilirim ama ne kadar öfkeleneceğim? Bir akrebi def etmek için tank kiralamak nasıl bir israfsa o akrebe “lütfen gider misin” demek de komiktir. Def etmek istediğim tehlike ile benim o tehlikeyi def ederken kullandığım yöntem birbirine münasip olmalı. Orantılı güç kullanmak gibi yani.
Sırat-ı müstakimde olmak demek bu üç kuvvenin vasatında olmak ve aşırılıktan uzak olmak demektir. Kuvve-i gadabiye için vasat “şecaat” olarak ifade edilir. Yiğitlik ve mertlik tabirleri ile tarif edebileceğimiz şecaat, dîni ve dünyevi hukuku için canını feda eder derecede çalışıp meşru olmayan şeylere karışmamaktır. Bu kuvvenin ifrat ve tefriti (yani aşırı iki ucu) korkulmayacak şeylerden bile korkmak olan cebanet ve maddi ve manevi hiçbir şeyden korkmamak olan tehevvürdür. İstibdat ve zulümler hep tehevvürden doğmuştur. Hani kork Allah’tan korkmayandan deriz ya. Hiçbir şeyden korkusu olmayan, her türlü zulmü yapabilir.
Kuvve-i gadabiyenin vasatında olabilmek için bilinçli ve iradî bir tercihte bulunmam gerekiyor. Gözümün neleri göreceği ve kulağımın hangi frekans aralığındaki sesleri işiteceği Allah tarafından belirlenmiş ve sınırlanmıştır fakat bu kuvveler fıtraten had altına alınmamış, bu haddi şeriat tayin etmiştir.
Bu noktada benim bilinçli olarak irademi kullanmam gerekiyor; neyden ne kadar korkacağım? Bana zararı olan şeyler nelerdir ve onları nasıl def edeceğim?
Allah’ı tek ilah olarak kabul etmiş biri olarak öncelikle zararın ve menfaatin O’nun elinde olduğunu ve O’nun emri ve izni olmadan bize hiçbir menfaatin ve hiçbir zararın ulaşamayacağına kat’i iman etmişiz. Öyle ise hiçbir şeyden Allah’tan korkar gibi korkamayız. Ve Allah neyden ve ne kadar kork demişse ondan o kadar korkmak esastır. Burada Kuranda Allah’ın uzak durmamızı ve çekinmemizi emrettiklerini saymak uzun çeker. Bunları hepimiz az çok biliyoruz. Bunlardan en öncelikli olanı ise, Allah’ın bizzat “Benden korkun” emridir. Açıktır ki Allah’tan korkmak O’nu tanımakla mümkün zira ancak alimler Allah’tan gereği gibi korkarlar.
Ayrıca korkunun da bir imtihan konusu olduğunu görüyoruz.Ayetlerde korku ile onları imtihan ederiz buyuruluyor.
Bir de her insan için korku unsuru olabilecek kendi zayıf yönleri vardır. Kimi için makamını kaybetmek, kimi için malını kaybetmek kimi için evladını kaybetmek korku unsurudur. Herkes en çok neye kıymet veriyor ise onu kaybetmekten korkar. Eğer bu kıymet vermek Allah’tan ötürü olur ve emanet nazarı ile bakılabilirse kaybetme korkusu da o ölçüde azalacaktır. Eğer emanet ise elbette bir gün alınacak olmasını yadırgamayız.
Sahiplenme duygusu öncelikle kendini herkesten farklı bir fert olarak kabul etme temeline oturduğundan kuvve-i gadabiye ile ilişkilidir. İnsanın en evvel ve en fazla sahiplendiği ise şüphesiz kendisidir. Kendisine Allah tarafından verilen bir emanet ve Allah namına arzda halifelik eden memur olarak bakmadıkça insan varoluşsal bunalımlar yaşamaya mahkumdur. Kim olduğunu, ne için yaratıldığını ve ne yapması gerektiğini bilememek ve bulamamak en ciddi ontolojik problemdir.
Kendisini tehlikelerden koruyamadığını fark eden insan nihayetsiz kudret sahibi bir Hafîz’e sığınmadan nasıl varlığını sürdürebilir? Nihayetsiz ihtiyaçlarına eli yetişmediğini gören insan bir Ganiy-i Mutlak’tan medet istemeden nasıl yaşayacaktır?
Demek korku duygumuzun istikamete gelmesi ve her hadisenin karşısında titremekten kurtulmak için sahibimizi ve Malikimizi tanımamız gerek. İşte o zaman hakiki bir tahassüngah bulabilir ve boşluktan kurtulabiliriz.
Hiçbir şeyden korkmamak ise tam bir gaflet hali ve kendini başıboş zannetmenin göstergesidir. Hadsiz bir zulmün kapısını açar. Hak hukuk tanımaz ve yapılanların hesabı görülecek bir günü dahi bilmemek ya da bilmezlikten gelmek demektir.
Hayatımızı korumak için ve gelecek zararları def etmek için korku duygusu gibi bir de öfkemiz vardır. Yerince ve yeterince kullanıldığında hayatı kolaylaştırdığı gibi her şey gibi o da hadden geçse ölçüsü kaçsa kasıp kavuran bir ateş gibi yıkıcı olur. Gerçekten ateş gibidir ki öfkeyi teskin için abdest alırız ve ateşten yaratılmış olan şeytanın da en çok dolduruşa getirdiği hissimizdir. Ateş gibi kontrollü kullanılınca hayat kurtarabilir, kontrolden çıkarsa evimizi ocağımızı yakar.
Müminlerin güzel vasıfları arasında “öfkelerini yutarlar” tabiri dikkat çekicidir. Fakat hazmederek yutmaya özen göstermek gerekir yoksa içimizde hazmedilmeden biriktirilen öfkeler bir patlamaya sebep olabilir. Yumuşak atın çiftesi pek olur deriz ya. Gerektiği yerde miktarınca öfkelenmeyi bilemeyenler bazen gereksiz yerde ortalığı yıkar geçerler. Elbette fıtratlar farklı farklı ama her fıtrat için ortak bir gayedir ‘sırat-ı müstakim’.
Kendini bir fert olarak algılamak da kuvve-i gadabiyeye bakıyor demiştik. İnsanın kendini doğru algılaması ve ne olduğunu bilmesi, en önemlisi haddini bilmesi ve kulluk şuurunu taşıması da bu kuvveye bakıyor. Firavun’u “ben sizin en yüce Rabbiniz değil miyim” demek noktasına getiren de bu kuvveden kaynaklanan hislerdir. Kab-ı kavseyn makamında olması ile beraber “seni hakkıyla bilemedik” diyen Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın kulluğun zirvesine taşınmasında da bu kuvvedeki hisler işliyor.
İnsanın ene ayinedarlığında Sani-i Hakîm’inrububiyyetine, sıfat ve şuunatına ait işaretler var. Allah’tan bağımsız olarak mahiyetine bakan insan nihayetsiz acz ve fakrına rağmen ilahlık dava edebiliyor. Mahiyetini bilen, kendini bilen insan ise, felekler O’nun (asm) yüzü suyu hürmetine yaratılmış olsa da mütevazi oluyor. Kainatın iftiharının sebebi iken “ben kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum” diyor.
Kuvve-i gadabiyenin çok füruatı var daha uzun gitmeyelim. Korku ile alakalı şu cümleyi hatırlayarak tamamlayalım: “ihlası kıracakesbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.” İhlas Risalesi