Sosyal medyada tanıştığım ve kendini daha önce mealist olarak niteleyen bir arkadaş, oradaki çıkmazları görünce; biraz daha yuvarlanarak, ne demekse tam bilemiyorum, şimdilik tarihselcilikte karar kılmış. Bana sorduğu ve çok da geniş olmayan bir tefsirde bile cevap ve izahlarını bulabileceği bazı ayetlerle ilgili sorularının cevaplarını bulmaya çalışıyormuş. Bazılarının cevabının Nurlarda da olduğu soruları için, yine neredeyse yazanları adedince farklı anlamların olduğu meallere bakmış fakat bunlarda doyurucu izah bulamamış. Bulması da mümkün değil. Ben de böyle çok âyeti mealden değil, tefsire bakarak ancak çozebildim. Kısa meallere bakarak bazı âyetleri anlayabilmek, hele nüzul sebeplerini bilmeden tam kavrayabilmek oldukça zor. Tefsirler ise, âyetleri etraflıca hem nüzul sebebleriyle hem de bütün görüşleri vererek, daha da önemlisi ilk ve en doğru tefsir olan ve ilgili âyetleri açıklayan hadisleri de bir arada verdikleri için, âyetle alakalı her şeyi ortaya koymuş oluyorlar. Arkadaşımız ise, tefsirleri de meal gibi zannedip okumadığından Nurları da okuma zahmetini göze alamayınca, bir çıkmaz ve çaresizlikle ümitsizliğe düşüp kendini tarihselcilik denen şeyle teselli etmeye başlamış. Bu anlayıştaki arkadaşların, biraz da usül bilmemekten kaynaklı olarak, ömür boyu bir arayışta olduklarını fakat her fırtınada bir yere savrulduklarını görüyor ve üzülüyoruz. Öğrenmeye çalıştıklarını doğru yerde aramayınca, bu savruluşlar mukadder maalesef. Bir kısmı da lâkayıtlığa doğru savruluyor ya da şirazeden tamamen çıkıveriyor.
Bu durum bana 22. Lem'a'da geçen Üstadın Nurların Isparta'ya kazandırdıklarıyla ilgili ifade ettiği "imanın kuvveti lâkayıtlığa ve ibadetin iştiyakı sefahete hâkim olmasını temin ettiği" tespitini hatırlattı. Ben de arkadaşa son olarak, Nurların imanı takviye edip lakayıtlığı attığını ve en önemlisinin ve meselenin kayyumunun da bu olduğunu hatırlattım. Zira güçlü delil ve izahlarla takviye edilmiş sahih bir iman olmayınca, şüphelerin insanın peşini bırakmasının hele böyle bir asırda zor ve âdeta mümkün olmadığını anlattım.
Hz. Üstad Barla'dayken, Isparta Valiliğine yazdığı, hususî ahvaline ait bazı sorulara verdiği cevapları muhtevî ve sonradan 22. Lem'a'ya giren dilekçesinde, çok önemli hususlara da açıklık getiriyor. Hatta İkinci İşarette geçen "Cenab-ı Hak, insan nev'ini binler nevileri sümbül verecek fıtratta yaratmış" cümlesi, eskiden beri dikkatimi çekmiştir. Kısmen 23. Söz'de ve bazı kısımlarda izah edilen bu husus için, bir yazı yazmak isterim âcizane.
"Hürriyet perdesi altında, müthiş bir istibdâdı taşıyan' bir devir olarak niteliyor bulunduğu devri. Bu devirde yapılan akla gelmedik zulüm ve uygulamaların ise, hürriyeti ortadan kaldıramayacağını; çünkü insanda akıl olduğu sürece hürriyetin asla imha edilemeyeceğini Namık Kemal'den nakil yaparak anlatıyor. İmanlı faziletin ise, bir tahakküm vasıtası olamayacağını ayrıca belirtiyor.
Üçüncü İşaret'te ise, "nihayetsiz kusurlarımı, hiçliğimi görüp istiğfar ile teselli bulup halklardan dua istiyorum." cümlesi ile kendini altın sayfalara yazdırıp bizlere temkin dersi verirken, kulluğun özünü ,esasını ortaya koyuyor. Buradaki derin mânaları ise, artık fehmimize havale ediyorum.
Hatime kısmında "riyakarlığın zerresini dahi hisseden ehl-i dünyanın zulmünü, kendisi için bir ihlâs vesilesi" yapan üstad, Birinci İşaretin sonuna doğru ise, "Isparta'nın Risale-i Nur'la kuvvet-i imaniye ve salabet-i diniye cihetinde bir mübârekiyet makamı kazandığını" bunun da lâkayıtlığı attığını ve sefahate engel olduğunu belirtmiş.
Kuvvet-i imaniye ve salabet-i diniye( dine sağlam bağlılık) her şeyi kökten çözen, asıl mesele değil midir gerçekten? Her sualin cevabı, neticede burada düğümleniyor. Ne olursa olsun temelinde bu yatıyor. Allah'ı bilmeyen bir insana, Onun gönderdiği elçiyi ya da kitabı nasıl anlatacaksın? Yüzyıllar sonrasından ve bulunduğu asrın ölçüleriyle, âdeta neye baksa ya da yoklasa çoğu zaman tereddüd onu bırakmayacaktır. Allah'a ve diğer iman esaslarına sahih ve sağlam imanı olmayan bir insan, şüphelerini nasıl dağıtacak, vehimlerini hangi bilgi ve güçle defedebilecektir.
Yine Allah'ı bilmeyen insana, miraçı, haşri ya da onlarla ilgili meseleleri nasıl anlatacaksın? Onun için Miraç Risalesinin başında " Miraç meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden (ispat ve kabulünden) sonra terettüp eden bir meseledir." ikazı yapılıyor. Yine 13. Lem'an'ın sonunda "acz-i insanî noktasında gelen sualin cevabının ancak Allahuekber olduğu' belirtiliyor.Bütün tereddütlerin ortadan kalkmasının temelinde 'kuvvet-i imaniye ve salabet-i diniye yatıyor.
Peki soruların kaynağında ne var? Yani soruyu soran suçlu mu? Hayır? Bilakis sormaması, öğrenmemesi bir hatadır. Soruların kaynağında bir cehaletin olduğu belli. Fakat bu cehaletin izalesinin de imanın kaynağına inilerek, sahih ve güçlü delillere dayalı şekilde yapılması zaruridir. Çünkü meselenin kayyumu imandır. O takviye edilmezse, diğer izahlar çoğu zaman suya yazı yazmak gibi olacaktır. İtirazların sonu gelmeyecek, bir vehim başkasını kovalayacaktır.
Sonuç olarak senin delile,ispata ihtiyacın yoksa bile; ihtiyacı olan binler için öğrenecek; ispatiyeciliğin, fen ve felsefenin hükmettiği bu asrın mânevî tehlikelerine karşı hem kendi nefsini hem de hizmetine koşmakla mükellef olduğun nesli her türlü soru ve fitneye karşı ikna edeceksin. 9. Mektubun sonunda üstadın işaret ettiği gibi; İslam'ın, imanın hakikatleri öyle bir anlatılmalıdır ki insanda " nihayetsiz bir tarafgirlik hissettirdiği" gibi; ayrıca kuvvetli ve sarsılmaz hüccetlerle takviye edilen bu iman, âdeta "Akıl kabulde mecbur oldu." noktasında olsun.
Evet dostlar, her şeyin başı sağlam ve tahkikî bir imana dayanıyor. Bu temin edilmeden yapacağımız bütün çalışmalar, suyun üzerine yazı yazmak gibi kalıyor. Sağlam beton üzerine ya da mermer üzerine yazmak gibi olması için, önce iman esaslarının bütün bir şekilde verilmesi, ondan sonra soru ve ihtiyaç ve talebe göre diğer meselelerin tahsil ve izah edilmesi gerekiyor.
Selam ve dua ile.