Başbakan’ın Arap dünyasına verdiği laiklik mesajı, bu önemli kavramı yeniden gündeme getirdi. En ilginç olansa, İslamcı kesimden gelen bazı itirazlar oldu.
İtiraz edenlerin çoğu, “laikliğin Batı tecrübesi içinde çıkmış bir kavram” olduğunun altını çizmekle işe başlıyor. Ama bu sırf bu tespite bakarak laikliğin üstünü çizeceksek, işimiz iş. “Kökü dışarıda” olan daha nice fikri reddetmek, mesela köleliğin kaldırılmasına, eşit vatandaşlığa, meclise, seçimlere, siyasi partilere, anayasalara karşı olmak lazım. Hatta gazete okumayı dahi bırakmak lazım; çünkü “günlük gazete” de bir “Batı icadı”.
Enteresan olan şu ki, Batı aslında bu fikirleri geliştirirken başka medeniyetlerden ve bilhassa İslam’ın birikiminden yararlanmış. Farabi’yi, İbn-i Rüşd’ü, El Kindi’yi okumaktan çekinmemiş. Zaten tam da o açıklık sayesinde gelişebilmiş.
Batı’dan ne gelse reddeden Müslümanların atladığı bir diğer nokta, dünyada İslam’a en yakın medeniyetin aslında (pagan Hint veya Japon değil) İbrahimî bir din üzerine yükselen Batı oluşu. İslam ve Hıristiyanlık arasındaki benzerlikler, özellikle siyasi alanda karşılaştıkları sorular açısından, sanıldığından daha fazla.
Kimin İslam’ı?
Gelelim laikliğe... Kemalist tipte bir laikliğin, yani dini hayata müdahale eden bir otoriterliğin kötülüğü konusunda çok kişi artık mutabık. Peki ama ya “din ve vicdan özgürlüğü”ne saygılı bir liberal laiklik?
Buna karşı “din ve vicdan özgürlüğünün âlâsı zaten İslam’da var” diyenler var. Eğer kasıt “İslam’ın özü” ise, bence de öyle. Ama tarihsel pratik içinde ortaya çıkan meseleler, mesela “dinden çıkanların öldürülmesi”, “ibadetlerin zorla yaptırılması”, “gayrımüslimlerin ikinci sınıf sayılması” gibi hükümler var. Bunlar dururken “din ve vicdan özgürlüğü” konusunda pek ikna edici olamazsınız.
Dahası, “gelin bir İslam devleti kuralım” dediğinizde kaçınılmaz olarak “kimin İslamı” sorusu çıkacak karşınıza. Türkiye’de, mesela, “Cübbeli Ahmet Hoca”yı mı, modernist “Ankara Okulu”nu mu, yoksa bu iki zıt çizgi arasındaki nice farklı meşrebi mi kıstas alacağız?
Hz. Peygamber devrinde böyle bir soru yoktu kuşkusuz: çünkü onun sözü her Müslüman için bağlayıcıydı. Sonraki devirlerde soru önem kazandı, ama yine de kritik olmadı, çünkü geleneksel devletin topluma nüfuzu sınırlıydı. Oysa modern devlet, kurduğu dev bürokrasi, eğitim ve merkezi hukuk sistemiyle hayatımıza sürekli müdahale ediyor. Bu devletin dini veya din-dışı bir “resmi ideoloji”ye sahip olması ise, kaçınılmaz olarak baskı üretiyor.
Sivil dinin gücü
En iyi örneği ABD’de olan liberal laiklik, işte modern devletin bu tehlikeli gücüne karşı hem farklı dinleri hem de din-içi farkları korumak için gelişmiştir. Sadece bireyleri değil, gönüllülük esasına dayalı dini cemaatleri de korur. Hatta, Britanya’daki “şeriat mahkemeleri” örneğinde olduğu gibi, dini cemaatlere “iç hukuk”larına göre yaşama imkanı bile sağlar.
Dindarların görmesi gereken önemli bir gerçek, bu liberal laikliğin dine faydasıdır. Bugün Amerika’nın Avrupa’ya göre neden çok daha dindar olduğunu araştıran bazı sosyal bilimciler, sırrı Amerika’daki dinin “sivil” karakterinde buluyor. Yani, tam da devlet tarafından desteklenmediği, bireylerin ve cemaatlerin imanına dayandığı için canlı kalıyor dindarlık.
Aslında Türkiye de bunun bir kanıtı değil mi? Devlet “dinin sahibi” olsaydı, bir Risale-i Nur hizmeti, bir Gülen Hareketi çıkar mıydı ortaya?
Ya da laik Türkiye’deki dindarlığın, bir “din devleti” olan İran’daki dindarlıktan daha zayıf olmayışı, hatta belki daha güçlü oluşu, yeterince anlamlı değil mi?
Star