Savaşsız bir dünya
Barış; güzel güzel bir arada yaşamak varken, kan akıtmak; insanlığın birbirini boğazlaması, yeryüzünde fesat çıkarması ve güzelim dünyayı cehenneme çevirmesi neden?
Bu herkesin arzusudur. Ama gelin görün ki savaşsız, kavgasız ve gürültüsüz tarihten bir zaman parçasını göstermek imkânsız. Ya devletler birbirine girmiştir, ya toplumlar kavgalaşmıştır ya da bireyler dalaşmıştır. Sessiz bir dünyaya tanık olmak zor… Oysa gökyüzü, bilmem kaç kat dünyadan daha büyük yıldız ve yıldız kümelerinin bilmem ne kadar hızlı hareketleriyle son derece sessiz, sedasızdır. Doğrusu gökyüzünde hiçbir pürüz göremezsiniz.
Bu demektir ki dünyanın gürültü ve keşmekeşliğine sebep olan tek unsur insandır. Ve insanın olduğu yerde kaosun da olması kaçınılmaz. İnsan, barışı ve savaşı içinde barındıran bir garip varlık. Bu düalistliği, bu iki yanlılığı ve bu iki zıtlılığı olmazsa olmazı sanki… O halde kaos ve savaş insanın mayasında, kaderinde olan bir gerçek.
Daha çiçeği burnunda Hz. Âdem’in iki oğlu, Habil ile Kabil arasındaki ölümle biten kavga, insan karakterinin tarih süresince nelere sebep olabileceğine ilişkin sadece bir ipucudur, bir başlangıçtır.
Savaş kadar barış da insanın genlerinde vardır. Savaş ve barış, insanlığın sınavı. Barış istenen bir şey ve savaş ise istenmeyen. Ama savaşsız dünyayı kim istemez ki!
Savaşların en korkuncu da duygulardan, inançlardan, ideolojilerden, özdeşlenen meslek ve meşrep yatkınlıklarından kaynaklanan savaşlardır. Bunların ortak paydası acımasızlıktır. Çünkü bu savaşların sebebi derinlerde, duygularda, inançlardadır. Bu tür savaşların taraflarının her biri kendini haklı görür, muhatabını ise kendi bildiği doğruya başkaldıran hain. Hainin ise hayat hakkı yoktur.
İşte bu psikolojik gerçeği çok iyi bilen Bediüzzaman, Lemaat’ta “Devletler, milletlerin hafif muharebesi, tabakat-ı beşerin şedit olan harbine terk-i mevki ediyor” demekle bu sosyolojik gerçeği bir cümlede özetliyor. Önceleri “bu nasıl olur?” diye düşünmüyor değildim. Öyle ya büyük kitleler arasında cereyan eden savaş, daha küçük kesimlere oranla nasıl daha hafif geçebilir? Devletler ya da eskiden olduğu gibi imparatorluklar arasındaki savaşlar.
Bu sonuç, nereden bakarsak bakalım, insandaki psikolojik bir sebepten kaynaklandığı açık. İnsanın derinlerine, duygulara mal olan şeylerin olumlu ya da olumsuz tepkileri çok daha şiddetlidir. Hele insanlık, yaratılışına ters düşen oluşumlara asla dayanamaz.
Önce şiddetin nasıl oluştuğuna eğilelim.
Devletler ya da milletler arasındaki savaş daha çok tepedeki yöneticileri ilgilendiriyor. Askerlerse emir altındadırlar. Âdeta yukarıdakilerin önünde birer sürü. Savaşın niçin olduğunu, neyi savunmak için savaş meydanında olduklarını bilemeden düşmanla karşı karşıya kalmışlardır. Bu tür savaşlarda her bir asker savaşın bilincinde değildir. Savaş sebebi askerlerce içselleşmemiş. “Niçin savaşıyorsun? Neden öldürüyorsun?” dense, kendilerinin inanacağı verecekleri mantıklı cevap yoktur. Bu savaşta hayatta kalmak her şeyden önemlidir.
Ama toplum katmanları arasında olan savaşlar; yani bir ideolojiyi, bir inancı ve özellikle rakip bir davayı paylaşanların düşman bir grupla çarpışması çok şiddetli geçer. Çünkü her iki tarafın her bir ferdi, niçin savaştığının farkındadır. Sahip olduğu ideolojinin ya da fikrin bilincindedir. Hele bu ideoloji ile özdeşlemişse, yani kendi fikrinden başka bir fikre asla müsamahalı bakmıyorsa, yalnız fikrinin ve inancının penceresinden bakıyorsa, muhatabını inandığının tam zıddı görüyorsa, düşmanının varlığı kendisi için ciddi bir tehlikeyse, onun yaşaması düşmanının yok olmasına bağlıysa ve biraz da taassup varsa artık düşmanın tarafına insanî duygularla bakması düşünülemez. Bu tür savaş taraftarlarının her ferdi, çocuk olsun kadın olsun, potansiyel tehlikedir. Burada savaşın kuralları da çalışmaz. Vicdan denen bir şey kalmaz ki kurallar dikkate alınmış olsun.
Tarih bu tür şiddetli ama anlamsız savaşlara tanıktır. İslam dünyasında örnekleri varsa, Hıristiyan dünyasında daha çoktur.
Daha İslam devletinin dal budak salarak büyümesinin arifesinde özellikle fikirden kaynaklanan savaşlar olmuştu. Ama karakteristik bir özellik arz eden ve nereden çıkmışsa Haricilik diye bir saplantının sebep olduğu kaos çok ilginçti. Bu görüşe saplanan bir insanın, sabaha kadar namaz kılmasına ve bütün gün oruçlu olmasına rağmen, kendisinden olmayan bir Müslüman’ı en küçük bir vicdan sızısı duymadan, lime lime doğrayabiliyordu. Bu düşünceye bağlı olarak işlenen vahşet, başta Hz. Ali olmak üzere sahabelere parmak ısırtıyordu. Şiddetin çoluk çocuk ayırt etmeksizin herkesi kapsaması daha şaşırtıcıydı. Bu yapılırken tek dayanak, taassuptu ve akıldan yoksun inançtı. Dayanılan nasıl bir fikirse hiçbir müsamahanın sınırına yaklaşılmıyordu.
Ya Hıristiyan dünyasındaki mezhep kavgaları? Ortaçağda Avrupa’yı kasıp kavurmuştu. Yüz binlerce insan ölmüştü. Uzun süren bu din ve mezhep savaşlarında vicdanın en küçük kırıntısına rastlamak mümkün değildi. Bir mezhebe mensup olan, kendini diğer mezhep mensuplarına karşı tartışmasız haklı görürdü. Yalnız doğru olan onun mezhebiydi; Katolik’se Katolik ve Protestan’sa Protestan. Savaşın ve kavganın her bir yandaşı kendi mezhepsel görüşüne öylesine tutkundu ki muhatabının çok haklı görüşünü kabule yanaşması imkânsızdı. Dünyanın belki de bir başka kıtasında yaşanmayan bu barbarlıkta akıl ve izan denen hiçbir şey yoktu.
Toplumların değişik katmanlarının arasında geçen savaşların korkunç yüzünü apaçık görmek açısından ortaçağ Avrupa’sının din ve mezhep adına işlenen barbarlığın küçük bir örneğine yer vermekte yarar var. Bir din adamı Alman soylularına şöyle haykırıyordu: “Gizlice ve herkesin gözü önünde, kudurmuş köpekleri gebertir gibi bunları(köylüleri) parça parça etmeli, boğmalı, boğazlarını kesmeli. İşte bunun için aziz efendilerim, onların kafalarını kopartın, gebertin, boğun, burasını ve orasını kurtarın. Bu mücadelede ölseniz de bundan daha kutsal bir ölüm olmaz… Köylüler Tanrı’nın sözlerine kulak vermiyorlar; bunun için kamçının, tüfeğin sesini duyurmak gerekir onlara ve bunu hak etmişlerdir. Boyun eğmeleri için dua edelim. Yoksa, acımak da yok, konuşturun tüfekleri, aksi halde işler daha kötü olacak.” Bunları söyleyen, Avrupa’da reform hareketinin başını çeken, Protestan Mezhebinin kurucusu olan Martin Luther olursa bu kavgaların ne tür vahşetleri gündeme getirdiğini görmek zor olmaz.
Lemaat’ta insanlığın geçirdiği devirleri sayarken Bediüzzaman, vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esaret ve ecir diye dört olarak söyler. “Ecir”in, yani ücretliliğin de geçmekte olduğunu belirtir; ancak bir başka yerde olan beşincisinden, yani malikiyet ve serbestlikten söz etmez. Yirminci asrın çeyreğinden sonra tam anlamıyla özgürlük çağının başladığını ve eskiçağlara oranla genel anlamda bir sosyal değişimin gündeme geleceğini haber verir.
Bu dönemin karakteristik özelliği herkesin özgür olmasıdır. Herkes karşılığına katlandıktan sonra her istediğini yapabilir, istediği şeye sahip olabilir. İstediği oluşuma katılabilir, seçtiği fikir kulübüne üye olabilir. Baskı ve dayatmaların en az olduğu bir çağdır. Aynı ailede farklı düşüncelere sahip fertlerin bulunmasının en büyük sebebi de budur. Sürü psikolojisinin gerilerde kaldığı bir çağdır bu çağ.
İşte çağın bu özelliğindendir ki savaşlar da kılık değiştirmiştir. Çağımız “malikiyet ve serbestiyet” çağı olması hasebiyle, insanlar sahip oldukları ideoloji ve fikirler sayesinde, sınır ötesinde taraftar bulmada zorluk çekmiyorlar. Uzaktan uzağa bile bir güç oluşturabiliyorlar. Bir ülkede olan kargaşanın aynısı bir başka ülkede bazen eşzamanda görülebiliyor. Öyle ki bazen zincirlemeli ikiden fazla diğer ülkelere sıçrayabiliyor. Anlayacağınız bu tür savaşların belli bir vatanı yok. Sağ sol hareketleri bu özelliğe sahipti işte. İşçi hareketleri de karakteristikleri itibariyle bir başka ülkeye sıçrayabilenlerden, başka milletlere bulaşabilenlerden. Günümüzdeki iletişim kolaylığı ise, bu tür savaşların ve kargaşaların hızlı yayılmalarına en büyük etken. Bir ülkede görülenin, özellikle kitleleri ilgilendiriyorsa, hemen dünyanın öbür ucundaki bir başka ülke tarafından duyulması ve duyulanın etrafında kümelenmek an meselesi.
Herkesin kendi sorumluluğu çerçevesinde özgür konumuyla istediği tercihi yapabildiği günümüzde, birey, değil vatandaşını en yakın akrabasını bile dinlemeyebilmektedir. Günümüzde aynı aile ortamında değişik görüşleri paylaşanların varlığı bunun en büyük delili.
Eski çağlarda olduğu gibi sürü psikolojisi ile bir oluşumun gerçekleşmesi günümüzde yok gibi. Özgürlükler, bireye tercih hakkı tanıyor. Bağımsızlık. Eskiye oranla sorumluluk herkesin omzuna daha bir çöküyor. Özgürlük kadar sorumluluk… Sorumluluk özgürlüğün bedelidir. Günümüz insanı başkasının gözüyle bakmıyor, başkasının aklıyla düşünmüyor artık. Kavga edeceğini de barış içinde yaşayacağını da kendi tayin ediyor.
Özgürlük çağımızın bir özelliği olarak yaygınlaşmış durumda. Ama çağımıza mahsus savaşları yukarıda belirtildiği gibi eski çağlarda da görmek mümkün. Çünkü savaşlara sebep, devletlerarasından çok sınıflar arasında olup bitenlerdir. Genelde bu oluşumların başını fikir ve ideolojiler çekmektedir. Fikir ve ideolojilerin vatanı yoktur. Bu tür oluşumlara bugün dünden çok daha yatkındır.
Bu aynı zamanda sosyolojik bir gerçektir. Dünya büyük bir aile olmuş. Yeryüzünde yaşayanın, dünyada olup bitenlere karşı “bana ne?” demesi çok zor. Birini bağlayan şeyin, diğerini bağlama ihtimali çok yüksek. Hiç kimse, hiçbir millet ve hiçbir devlet başına buyruk değildir. Dengelerin korunma zorunluluğu vardır.