Akıl; mahiyet-i insaniyedeki diğer latifeleri tanıyabilen, onları hak ve hakikat adına istimal ve istihdam edebilen, tasdik-i hakka mahal, tecdit-i fikre meyyal, tahkik-i hakikatte cevval, şuurdan ve histen süzülmüş şuurun hülasası[1] olan bir latife-i insaniye, bir cihaz-ı beşeriyedir.
Bilinmeyeni bilinenle bilme, görülmeyeni görülenle görme, hadiseleri esbab ve netaici ile muhakeme edip fehmetme özelliğine sahip olan akıl; kalbin müşaviri, ruhun da veziri mesabesindedir.
Hakka taraf, hakikate sarraf, mana okyanusuna keşşaf, asarda tecelli eden esmaya gavvas, mahiyet-i insaniyeye de havas olarak var edilen akıl; umurun evvelinde i’lamı, ahirinde itmamı, zahirinde ihtimamı, batınında itminanı tekmile kuvvet veren bir nüvedir.
Akıl; âyât-ı kelamiye (Kur’an) ile âyât-ı kevniyeyi (kâinat) okuyabilen, aralarında alaka kurabilen, şer’i kitabın âyâtını kevni kitabın şehadeti ile doğrulayabilen, talim ettiği hakikatleri muhasebe edebilen, mazi ile hali sorgulayıp algılayabilen, atiyi planlayıp farklı ihtimalleri muhakeme edebilen, neticeleri idrake yollayıp tahkik ve tefrik, temyiz ve teşhis yapabilen bir kuvvedir.
Hiss-i şeheviyenin bağı ve yuları, hiss-i gadabiyenin sınırı ve duvarı olabilen aklın; matbaa-yı mekânı tahayyül, rahm-i maderi tasavvur, mahruti tüneli taakkul, ikrar-ı sükûtu tasdik, semere-i sa’yi iz’an, sada-yı bülendi iltizam, hısn-ı hasini itikaddır.
Akıl; vahiy ve ilham ile beslenen, ona hakikatleri gösteren kalp olmadan doğru çalışmaz. Kalpte hakikat ziyası olmazsa, akılda marifet cilası tutmaz; kalpsiz akıl olamaz.[2]
Akıl ne ölçüde kalp ile ittihad eder, tefekkür ile meşgul olursa, o ölçüde irade güçlenir; meleke-i imaniye husule gelir. Meleke-i imaniye ile sür’at-i intikal olan hads artar. Hads artınca, hadsin muzaafı olan ilham ile kalp tenevvür ve tekemmüle başlar.[3]
Düşünen ve gaye-i hayatı taharri eden bir akıl, Kur’anın birinci muhatabı olmaya liyakat kesbeder. Düşünmeyen, sebep ve müsebbip arasında alaka kurmayan bir akıl, sahibini necaset bataklığına mahkûm eder.[4]
Aklı sıfatları (tefekkür-tedebbür) itibarıyla değerli gören İslam dini; vahiy tarafından talim ve tarifleri yapılmış güzel-çirkin, iyi-kötü gibi kavramları tanıma; tefrik ve teşhis etme, tahkik ve tasdik etme ile tavzif edilmiş bir mihenk taşı olarak kabul eder.
Akla zatı için değer biçen felsefe ve onun çağdaş mesai arkadaşı modernizm ise; aklı tasdik vasıtası ve tahkik vesilesi olmaktan çıkarmış, bilginin istihsal edildiği yegâne merkez olarak görmüş, kavramları tanımlamaya yetkili bir adres olarak göstermiştir. Felsefenin akla biçtiği bu rol ile İslam’ın akla çizdiği yol arasındaki mesafe sera ile süreyya kadar birbirinden uzaktır.
Beşer tarihinde akıl mevzuunda iki dengesiz tavır görülür:
Birincisi; aklı mutlaklaştıran, onu övüp amaçlaştıran, ona yenilip teslim olan ifratkâr tavırdır. Amaç edinilen akıl; şımarır, insanı yoldan çıkarır, haddini aşıp “men yuhyi’l izam” [5] dedirterek Halık-ı Âdem ile mübarezeye veya küstahlaşıp “ene Rabbiküm’ül â’la” [6] dedirterek Malik-i âlem ile kendini müsavi görmeye başlar.
İkincisi; batıla sapacak kadar aklı atıl bırakıp kullanmayan, hatta onu yeren, tefekkür ve tedebbür ile onu yenilemeyen, tahkiki terk edip taklitte kalan, “gassalın elinde meyyit” muamelesine layık gören tefritkâr tavırdır.
Bu iki dengesiz tavır arasında netice itibarıyla büyük bir fark yoktur. Delalet-i ilahiyeyi kâinat simasında tefekkür ile okumayan ve atıl bırakılan bir aklın, batıl bir aklın semeresi olan dalalete düşmesi yüksek bir ihtimaldir. Hadd-i vasat ve istikamet ise; ne aklı haddinden fazla överek amaçlaştırmak, ne de yerip hakkını gasp ederek aşağılamaktır.
Elhasıl; iman akılsız kalırsa dalalet, akıl imansız kalırsa helaket yakındır. Hıristiyanları ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan yalnız aklı azl, bürhanı tard ve ruhbanı taklittir.[7]
Akılsız bir iman, asılsız bir İslam’a hamiledir, bir gün onu doğuracaktır.
1-Sözler, 109
2-Sözler, 706
3-M. Nuriye, 255
4-Yunus, 100
5-Yasin, 78 (Çürümüş kemikleri kim diriltecek)
6-Naziat, 24 (Firavun, “ben sizin yüce rabbinizim” dedi)
7-Muhakemat, 39