Eskiden beri bazı yazılar ve konuşmalara ısınamam bir türlü. Adam ilâhiyat tahsili görmüş, epeyce malumatı var. Fakat bunlardan insanı saran ve insana mâneviyat aşılayan bir öz ve esas çıkaramamış, soğuk duruyor, insanın içini ısıtamıyor bazılarının konuşma ve yazıları. Bilgi derin belki ama değiştiren bilgi değil. Seni değiştirecek mecal, tahkik, derinlik ve muvazenede değil. Belki de sadece bilgi seviyesinde kalmış. Sahibinin kalbine de inip marifet balına ve kıvamına dönüşememiş.
Bazıları da ölçüsüz olduğundan, havada kalıyor. İlettiklerinin mahsus yeri, zamanı, kişisi, anı var. Sürekli ve herkes içinmiş gibi aktarılınca, akıl tahayyürde kalıyor ve müessir olmuyor, makul bulunmuyor. Mesela bazı ibadetlerin sevapları, zamana, kişeye göre hususî iken her zaman ve herkes için aynıdır şeklinde verilince, ölçü kaçıyor. Halbuki bir küçük balık da denizde su yutuyor balina da. Bunun gibi feyz-i İlâhi denizine muhatap olanların hepsi aynı mıdır? Herkesin kabının büyüklüğü ve derinliğine göre istifadesi, feyzi farklıdır. Anlatılan feyz ve istifade belki mümkündür ama herkes için her vakit vaki olmayabilir. Bu belirtilmeyince, anlatılanlar bazen havada kalıp tam anlaşılamıyor. Teşvik edeyim derken mübalağanın kapısı, korkutayım derken de uzaklaştırmanın yolu açılıyor. Mübalağa her şekilde ihtilal yapıyor yani.Onun için Üstad, vaizlerin nasihatlarının kendine tesir etmeme nedenleri arasında kendi "kasavet-i kalbinin" dışında "iddiayı ispat ve muhatabı ikna edememe; mübalağa edince, muvazeneyi muhafaza koruyamama; muhataba ve zamanın icabına göre konuşamama" diye sayıyor. Devamında ise, büyük vaizlerimiz için "Hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve ikna etsin hem hakîm-i müdakkik olmalı, muvazene-i şeriatı bozmasın. Hem mukteza-yı hâl ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin." tavsiyesinde bulunuyor.
İşte âcizane görüyoruz ki, âlimlerimizin birkısmı, bu noktalarda maalesef eksik. Biz âlim, vaiz ya da söz sahibi değiliz. Fakat okuduğumuz eserlerin sayesinde az çok bir kanaat sahibi olabiliyoruz. Sadece "Levlâke..." hadîsinde anlatılanlardan söz edeceğim bu yazımda. Tahkik ve tedkikten uzak öyle izah ve yorumlar dinledik ki eğer nurları okumamış olsaydık, gönlümüzde izler bırakabilirdi.
Sahasında epeyce ilerlemiş, kendi ifadesiyle "marifet ilmi" noktasında ıstıraplı olduğu anlaşılan ve şimdilerde tereddüdün pençesindeki bir arkadaş ve onun gibi âlim geçinen bazılarından: "Habib'im sen olmasaydın, bu âlemi yaratmazdım." mealindeki "Levlâke..." kelimesiyle başlayan hadîs-i kutsîsi ile alâkalı, akla ziyan yorumlar dinledim bir zaman.Bu arkadaşların, ters bir kıyasla bazı nâdanların birinci reisi kastederek "O olmasaydı, biz de olmazdık." gibi şirk kokan ifadeleriyle, bu hadis-i kutsîyi paralel gösterdiklerini gördüm. Eynessera min-es-süreyya.
Sağlam kaynakları bir tarafa, müdakkik tüm âlimlerin mânâsı üzerinde ittifak ettikleri bu kudsî hadis, böyle pest (aşağı) yorumlarla kıyas edilebilir mi? Bu tip yorumların sahiplerini acı bir akıbet elbette bekler ve bunların risalet konusunu anlayamadıkları ve Hazreti Peygamberi ve davasını tam tanıyamadıkları ya da eksik tanıdıkları aşikârdır. Risalelerin çok çeşitli yerlerinde hususen 11. Söz ve Reşhalar Risalesinde bu kutsî hadîsin çok geniş ve ikna edici şekilde izah edildiğini görüyoruz. Biz burada hepsini veremeyiz ama hususen 11. Söz ve 5. Reşhanın geniş bir tefekkürle okunmadan bu hadîsin ifade etmek istediğinin tam ve muknî bir şekilde anlaşılamayacağı açıkça görülüyor. Daha doğrusu bu risalelerde, hadîs o lâfızlarla vârid olmazsa dahi mânasının sahih ve isabetli olduğu anlatılıyor ve ispat ediliyor. Bu sahih ve doğru mânayı da ancak böyle bir hadîs verebilir.
Evvela "Anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa mânasız kağıttan ibaret kalır." cümlesi bunun en çarpıcı izahı. Yani kâinat kitabının anlaşılması, çözülmesi ve anlamlı hale gelmesi, onun muallimi olan peygamberler ile hususen en geniş mânada Peygamber Efendimiz ile tahakkuk edip anlaşıldığından, eğer O (asm) olmasaydı ya da bu vazife ile gönderilmeseydi, kâinat ve içindekiler, özellikle insanın varlığı, hayatın gayesi anlaşılmaz ve bütün kâinat muallimsiz, boş, anlamsız bir kâğıttan ibaret kalacaktı. O zaman, Onun getirdiği şeriat ve mânası olmasaydı, her şey abes, hikmetsiz, birbirine yabancı, tesadüfün oyuncağı, ölüm darağacını bekleyen hâkir ve zelil birer varlık konumunda olacak; âdeta bütün mevcudat mânen karanlıkta bulunacaktı. Yani kâinat ve içindeki mevcut O(asm) ve Onun getirdiği şeriatla ışıklanmış, birbirine kardeş ve vazifedâr birer arkadaş vaziyetini kazanmışlardır. Kâinattaki anlaşılmayan ve karanlıkta kalan bütün değişimler, iniş ve çıkışlar, ölüm ve değişimler, sevkiyat ve inkılâplar O(asm) ışıkla okunmuş ve Onun getirdiği alfabe ile bunların hikmet gayesi çözülebilmiştir.
Bütün bunlar gösteriyor ki "Eğer şu kâinatı tarif eden böyle bir Üstad olmazsaydı, şu müzeyyen kâinatın Melik-i Zişanı, bu kâinatı yaratmayacaktı." Yani o Zât(asm) şu kâinatın bir çekirdeği bir yönüyle mânen en evvelidir. Neden en evvelidir? Çünkü bir şeyin neticesi, semeresi, meyvesi en evvel düşünülür. Kâinattan maksat nedir? Cenab-ı Allah'ın kim olduğunun ve bizden marziyatının(arzularının) ne olduğunun bilinmesi ve bunun bir elçi ile gösterilmesi değil midir? Peki bu maksatların tahakkuku, yani Rabbimizin bilinip insanlara anlatılması ve bizden marziyatının ne olduğunun bir elçi ile gösterilmesi bir cihette bütün maksatarın sebebinin anlaşılmasına kim vesile olmuştur? Bu maksatlar anlaşılmazsa, âlemin bir kıymeti olur muydu? Ya da bu maksatlar tahakkuk etmezse, kâinatı yaratır mıydı? Bütün kapılar ve sorular, Peygamberimizin (asm) risalet görevi ve getirdiği ahkâmla yani Kur'an'la açılıyor, çözülüyor ve anlaşılıyor. O zaman o Zât Aleyhisselam böyle bir vazife ile gönderilmeseydi, kâinat da yaratılmayacacaktı mânâsında:"Levlâke levlâke lema halaktül eflâk" hadîsi, tam bir hak ve hakikat niçin olmasın? Kâinatın yaratılmasının, Onun yaratılması şartına bağlanması, elbette hak ve hakikattır. Vakıa da öyle olmuştur.
Yani "Sen olmasaydın." hitabı, mâna cihetiyle:"Risâlet noktasında Rabb'inin ahkâmını, Kur'an vasıtasıyla cin ve inse tebliğ etmeseydin." demektir. Başka bir yönüyle: "Halık-ı Zülcelal'in kendi sanatının mucizeleri ile kendini zîşuurlara tanıtılmasına karşı, hayret içinde bir marifet, tazim içinde bir rükû, mahviyet içinde bir hayretle secde ile mukabele" olmasaydı, kâinatın yaratılması anlamsız olurdu, mânasındadır. Bu mukabele ve tebliği de en kâmil mânâda tahakkuk ettiren Hazret-i Peygamberdir ki insanlığın gecesini gündüze, kışını bahara çevirmiş, getirdiği nurla âlemin şeklini değiştirmiştir. Onun beşere hediye ettiği sahabe cemaati ve bu cemaatle birlikte kurduğu "Asr-ı Saadeti" bütün insanlık tarihinin önünde, nazarında bir altın halka olarak asılı durmaktadır.
Sadece "Bizi nimetleriyle perverde eden şu semavat ve arzın İlâhı bizden ne istiyor, bizden arzuları nedir?" sorusunun cevabını hem beyanı hem de yaşayışı ile sağlam bir şekilde vermesi dahi, bu hitabın doğruluğunu göstermeye kâfidir. Elbetteki Peygamberimiz de dahil, bütün mevcûdat, mabud(ibadet edilen) olmaktan uzaklık, ve mahlûk olmak yönünde eşittir. Yani hiçbir şeye ibadet edilemeyeceği gibi, mahluk olma noktasında Peygamberimiz de dahil herkes bir taşla eşittir. Hadîsin mânasını bu hakikatı zıt ya da Peygamberimize kulluk ve mahluk olma dışında bir sıfat yakıştıracak bir biçimde anlamak ve yorumlamak akla ziyan bir hezeyandır. Hiçbir hakikat ehli de böyle anlamamış ve yorumlamamıştır. Asıl kastedilenin, Onun getirdiği mâna ve ruhun, beşere hediye ettiği nurun olmaması halinde, mevcudatın varlığının da mânasızlığıdır.
Evet dostlar, kâinat Güneşin bir kandil, Ayın gece lambası, yıldızların pusula olduğu büyük bir saray gibidir. Bu sarayda insanı güzel ve lezzetli sesiyle, yüksek tesbihi ile cezbeye getiren, insanlığın Onun varlığı ile övündüğü ve şeref duyduğu vazifece parlak bir Zât, elbette kâinatın varlık sebebidir. Kör, sağır ve divâne olduklarından bu Hakkı görmeyen ve bu hakikatı anlamayan insanlara mukabil diyoruz ki: "Evet böyle bed'i (eşsiz) bir kâinatta böyle bir Zât(asm) lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.
Selam ve dua ile.