Dillerden ve dilimizden bahis açmışken, davranış dilinden söz etmemek olmazdı. Artık herkes tarafından bilinmekte ve kabûl edilmekte olan bir hakîkat var: Bir insanın nasîhatının te’sîr edebilmesi için, söylediklerini en önce kendisi tatbîk etmelidir. Sözü kānûn sayılan bir kral bile olsa, o kānûna en önce kendisi uymadıktan sonra, bunun gönüllerde yer etmesi mümkin değildir.
Bu sebebledir ki, enbiyâ (as) Cenâb-ı Hakk’dan aldıkları emirleri en evvel kendi nefislerinde uygulamış, sonra insanlara teblîğ etmişlerdir. Peygamber vârisi olan ulemâ da eğer bu kāideye uymuşlarsa muvaffak olmuşlar; aksi halde söz ile öz bir olmadığı için başarıları nâkıs kalmıştır. Demek ki, bu hâl bir âdetullahdır. Öyle ise, âlem-i imkânda yaşayanların bu kurala uymadan muvaffakiyetleri muhâldir.
“Ömür sermâyesi pek azdır; lüzûmlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dâiresinden ve cesed ve hâne dâiresinden, mahalle ve şehir dâiresinden ve vatan ve memleket dâiresinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dâiresinden tut, tâ zîhayât ve dünyâ dâiresine kadar, birbiri içinde dâireler var. Her bir dâirede, her bir insanın bir nevi vazîfesi bulunabilir. Fakat en küçük dâirede en büyük ve ehemmiyetli ve dâimî vazîfe var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat, ara sıra vazîfe bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük ma’kûsen mütenâsip vazîfeler bulunabilir.” Üstâd Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin yukarıdaki ifâdelerinde birbiri içindeki dâireler gibi olduğu ta’rîf edilen sorumluluklarımızda, en küçük dâirenin hareketi, etrâfını ânında etkilemektedir.
Merkezdeki ufak bir çıkıntının çevrede büyük bir sivriliğe sebeb olduğu ma’lûmdur. Bundandır ki, kalb ve cesed birlikte hareket etmezlerse, etrâfımızda yırtıcı, koca bir diken meydana çıkarak, sözümüzün kıymetini hiçe indirecektir. Dünyânın en selîs dilini, en belîğ bir tarzda kullansak bile; lisân-ı hâlimizin bunu tekzîb etmesi, emeğimizin zâyiine müncer olacaktır. Tam tersine, lâl ü ebkem olsak, hâl ü etvârımız fasîh bir teblîğci olsa, netîcenin istediğimizden a’lâ olması bir âdetullâhdır.
Mü’min bir kardeşimize ayna olmak için, gönül ve vücûd aynasını parlatmak lâzımdır. Bunun için de, sâhîh bir inanç ve Sünnet-i Seniyye dâiresinde bir yaşayış ilk merhaledir. İhlâs, uhuvvet, iktisâd, maddî ve ma’nevî nezâfet mevzûları okuya okuya neredeyse ezber ettiğimiz husûslardandır. Risâle-i Nûrlardan aldığımız bu gibi nice bilgiyi, sâdece ma’lûmât olarak saklamayıp; ilme’l-yakînden, hakke’l-yakîn mertebesine yükseltmek îcâb etmektedir. İşte, en müessir lisân-ı hâl böylece elde edilmiş olacaktır.
Çoğu zaman insan kendi kusûrunun farkına varmaz. Cem’iyyette yalnız yaşayanlar daha çok yanlış yaparlar. İnsan insanın aynasıdır. Hele, aynı kaynaktan beslenen ve cemâat şuûru ile hareket eden insanlar, birbirini daha dikkatle ve hassâsiyetle ta’kîb ederler. Çünki, ferdin hatâsı cemâate teşmîl edilip; bir yanlış, bir kalmayacaktır. İşte bu hâlde en te’sîrli îkâz, sözden ziyâde fiilen yapılanıdır. Lafın yara yapma ihtimâli fazladır. Hele, usûlü bilinmeden yapılan bir tenkîd, fâideden ziyâde zarâr getirir. Üstelik, pek çok insan kendi hatâsını kolay kolay kabûl etmemektedir. O halde, en iyisi sözü bir tarafa bırakıp, hâl ve hareketimizle muhâtabımızı uyandırmaya çalışmak daha uygun olur.
Böyle bir durumla karşılaştığımızda en kolay ve selâmetli yol; Hz. Üstâd’ın sık sık uyguladığı şekildir. Dersi kendi nefsimize hitâb ediyor gibi okumak. Verilen nasîhatları kendi nefsimiz için kabullenmek. Yapılan tavsiyeleri evvelâ kendi dünyâmızda tatbîk etmek. Kendi ayıplarımızla meşgûl olmak. Başkalarının sehiv, hatâ, kusûr, suç ve günâhlarını araştırmamak; öğrenmeye çalışmamak. Anlatılsa bile hemen müdâhale edip dinlememek ve nakledeni susturmak. İstemediğimiz halde, kulağımıza girmişse, gönlümüze girmesini önlemek. Sözü edilen şahsı gıyâbında müdâfaa etmek. Onun hakkında hüsn-i zan göstermek. Kendisine ve haberi getirene acıyıp, Cenâb-ı Hakk’dan afv dilemek; o şahısların ıslâhı için duâ etmek.
Böyle bir vaz’iyyet çok mu iyimserlik ve saflık? Varsın olsun. “Biz ki hakîkî müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız.” hükmünce hareket, aksine davranmaktan iyidir. Bir kardeşimizin tehzîb-i ahlâkı için, bir dîgerinin cemâat içinde îtibârını kaybetmemesi için, bir başkasının omzundaki akrebin ısırmadan atılabilmesi için yapılacak her hareket güzeldir, hoştur.
Târîhçe-i Hayât’ın Önsöz’ünde ifâde edildiği gibi davranıp, özü söze tercîh edelim. “Zîrâ Üstâd, o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzîm ve tertîbi ile değil; bil’akis, kalblerde, rûhlarda, vicdân ve fikirlerde kudsî bir ideal hâlinde insanlıkla beraber yaşayacak olan dîn hissinin, îmân şuûrunun, ahlâk ve fazîlet mefhûmunun asırlara, nesillere telkîni ile meşgûl olan bir dâhîdir.”