Bu yazıyı yazdığımız zaman, bir ay kadar kalmak üzere yine İstanbul'dayız. Eyüpsultan derslerine katılıyoruz. Derse daha yeni gelen bir lise öğrencisi ve dersanede kalan diğer arkadaşlarla tanıştık. Dersi dikkatle dinleyen ve felsefeye de ilgi duyduğunu söyleyen arkadaşımız, bir sürü şüpheler içindeymiş. Kendisini belli kalıplara, tanım ve izahlara kaptıran liseli kardeşimiz, kendine anlatılanları basit bahanelerle yoka atabiliyor.
Bu kardeşimiz değil ama geçenlerde yine böyle şüphelerle dolu ahirete de inanmadığı halde, "inkârcıların cehennemde ebedi kalmalarını şefkat ve adalet anlayışına sığıştıramadığını" beyan eden birine "Arkadaş sen ve cehennemde kalacak dediğin zat, zaten ahiret ve ahiretin sahibine inanmıyorsunuz, artık bunun şefkat ve ebedilik yönünü niçin soruyorsunuz?" demiştim. Adam inanmadığı cehenneme atılacağını bir nevi ikrar etmiş oluyor. Fakat bu ebedi olmasın, demeye getiriyor. Küfrünün iç yüzünü hesaba katmıyor. Kimi inkâr edip kimin saltanatını yok saydığından habersiz ömür sürüyor. Kendini tanımamış belli ki.
İnkârına bahane toplamak, inkârını, inadını kendine göre delillendirmek için, olmadık izahlara, tutarsızlıklara sarılan insan, akıl ve muhakemeyi, basiret ve ölçüyü kaybedince, "zerre miktar şuuru ve aklı bulunan" bir insanın talip olması mümkün olmayan küfrün "elim ve karanlıklı, zorluklarla dolu" yollarına kayıveriyor maalesef.
Bir zaman yine lisede böyle "idrak yolları enfeksiyonu" geçiren bir öğrencimizle konuşmuştum. Her şeyi sebeplere bağlayan, "basit, şuursuz sebepleri" adeta ilah dercesine getiren bu öğrencimize, böyle basit ve ilimsiz, şefkatsiz "esbab-ı zahiriye eliyle gelen nimetleri" o zahiri sebeplerin yaptığına nasıl kanaat getirebildiğini" sormuştum. Bir müddet konuştuktan ve izahlardan sonra bana "Hocam anlattıklarınızı anlıyorum, kabul de ediyorum. Fakat işime gelmiyor, bana dokunmayın. Ben bu ince şeyleri düşünmeden, sizin tabirinizle hayatımı keyif ve lezzetle, hayvan gibi geçirmek istiyorum" demişti. Bir daha anladım ki "dalâlet ve küfür bir terk, inanmama, ilgilenmeme, mükellefiyet ve mesuliyet altına girememeye" dayandığı ve bu da kolay olduğu için, çokları zahmetsiz olan bu yola kapılıyor. Artık akıl, muhakeme ve idrak, "akıbeti görmeyen hazır lezzetlerin" esiri oluveriyor. Hazır zevk ise, esaretteki akıl ve kalbin düşünme ve kabul melekelerini felç ediyor. Ona geçmişi, geleceği ve an'ın geçiciliğini düşündürtmüyor. Dünyanın daimî, kendinin ise, ebedi olduğu zannını insana yutturuyor.
İman ve istikamet ise; iman, amel, hareket, kabul, tamir, istikamet, geleceği, ebedî âlemi düşünmek, nefs-i emmareyi gemlemek üzerine bina edildiği ve mühim esaslara baktığı için, özellikle zamanımızda bunu kabul, gerçekten zor oluyor. Ciddi bir gayret gerektiriyor. Eyüpsultan'da tanıştığımız liseli gence, bunları özetle anlattım ve kartımı verdim. Hem YouTube'daki muhtelif sohbetlerimizi izlemesini hem de sorularına açık olduğumuzu söyledim.
Fakat gencimizin bir eleştirisi oldu ki o noktada ona hak vererek bir özeleştiride bulundum. Liseli gencimiz "Hocam siz her sorunun bir cevabı mutlaka var diyorsunuz. Fakat kafamdaki sorularımı böyle geçiştirenler var. Bu da bizim şüphelerimizi güçlendiriyor." dedi. Bundan da şunu anladım ki karşı taraftan gelen ve gelecek muhtemel sual ve istenen bilgiler konusunda iyice donanımlı olmalı, ilgilisinden ve uzmanından yardımlar alınmalı, dışlamadan, hor ve küçük görmeden, her sualin cevabını ciddiyetle, atlamadan bulmalı ve vermeliyiz. Zira "seriüsseyr olan bu zamanın evladını" her zaman bulamıyoruz. Bulduğumuzda ise, en kısa zamanda, en güzel ve en ikna edici izahlarla, incitmeden mukabele etmek şart. Mukabil kuvvetler aynı değil ki arkadaş. Bilgi kirliliği ve bombardımanı altındaki zihin, bir anda altüst oluveriyor. Yıkmak kolay. Zora talip olduğumuzdan, işimiz de zor. Fakat şu da kesin ki küfür cephesinin karton ve kardan kuleleri Kur'an'ın nuru karşısında hem dayanamıyor hem de çabuk eriyor. Bir tane sıdkın, bir harman hayali yakıp yıktığı gibi, bazen bir cümle surda epeyce bir gedik açabiliyor.
Biz çok farkında değiliz fakat inada dayalı inkâr, insanda öyle bir itici güce dönüşüyor ki Medine-i Münevvere'de bulunan münafık ve münkirler, kendilerini geçici şeylerle aldatarak Asr-ı Saadet'te Hazret-i Peygamber (ASM) gibi bir güneşe karşı, yarasa kuşu gibi gözlerini yumabilmiş ve dalâlette kalmışlar. Demek bunun bir zaman ve zeminin de olmadığı anlaşılıyor. Hayvanlar Nuh Aleyhisselamın "Birer ikişer sefineye giriniz." sesine kulak vermelerine rağmen, dokuz yüz elli sene Nuh Aleyhisselam'ı dinleyenler, hatta oğlu ve hanımı da bu sese bigane kalmış. Firavun gibi şirk batağındaki bir aileden Hz. Asiye gibi bir hanım çıkmış. Hidayet hediyesi, ancak aklını kullananlara, arayan soranlara, gayretlilere, gözünü gönlünü açanlara, az da olsa kıpırdayanlara yani layık olanlara veriliyor.
Hidayetin verilmesi, "Verildi, bitti" gibi bir şey de değil. Hava, su, ekmek gibi her an muhtacız hidayete. Yani gayretin, arayışın bitti mi o da gidebilir. Bu kıymetli nimetin peşinde, başta nefis ve şeytan ve kötü arkadaşlar olmak üzere epeyce bir düşman dolaşmakta. Yani gevşemeye ve gevşetmeye gelmiyor. Geçenlerde ticarî bir iş için, bir firmaya uğradık. Bizimle ilgilenen değerli arkadaşımız anlattı. Yirmi yedi yaşına kadar bir Kur'an kursunda kurra hafız öğreticiliği yapmış. Şimdi kırk yaşında ne hafızlıktan ne de namazdan bir eser kalmadığını üzülerek anlattı.
"Efendim her gün okumak, her hafta derslere, sohbetlere kulak vermek mi gerek?" diyenlere bunu anlatıyorum. Üstündeki elbise her gün kirleniyor, eskiyor, yıpranıyor değil mi? İşte imanın, amelin de öyle. İhmal edilmeden yenilenmesi, takviye edilerek bakımının, onarımının yapılması gerekiyor. Kendi dünyasında bunu yapmayan, yapamayan, üstündeki tozu silmeyen, silemeyen bir müddet sonra kire pasa bulanıyor. Sökük ve dikiklerin arasında tanınmaz hale dönüyor. Hayvanî ve nebatî hisleri galip gelince de akıl ve ruhuna çeşitli hastalıklar arız oluveriyor.
"İşte ibadetimi yapıyor, fikir ve zikrime de devam ediyorum." diyebiliyorsan, işte bu, okuman ve derslere devamın sayesinde oluyor. Manevî dünyamızın müspet menfi değişim ve dönüşümü, maddî dünyamızdan daha hızlı oluyor. Yani eskime ve kirlenme, iniş ve çıkışlar terk ve tembelliğe dayandığı için, hız daha seri ve netice daha yıpratıcı. Tahribat ve çözülmeler az bir amele, küçük terklere, dikkatsizliklere, lakaytlıklara, yani "cüz'i bir emr-i ademiye baktığı" için, kendiliğinden oluyor. Bir hareket, gayret, fiil istemiyor. Olanı, emri, tavsiyeyi terk ediyorsun. Bu terkle, "insanı mühim tehlikelere" atan neticeye, sebep, fâil oluyorsun.
Evet dostlar, "bu asrın mühim bir farz vazifesi de ittihad-ı İslam olduğuna" ittihada vesile ve önemli bir yolunun da dersler, sohbetler, görüşme ve buluşmalar olduğuna göre, özellikle bu hassas dönemde daha dikkatli ve gayretli olmalıyız.
Selam ve dua ile.