Devlet görevinde liyakat ve ehliyetin önemi-5
İdari sistemler iki şekilde gerçekleşirler: Kudret (Güç) Odaklı İdareler ve İlim Odaklı İdareler.[1] Bütün insanlık dünyasının iktidarları bu iki sınıftan birine dâhildir. Kur’an bu iki tarz idareyi Peygamber kıssalarında bildirir. Dünyevi idareler, güç odaklıdırlar. Dinî iktidarlar ise, ideal seviyede ise, ilim odaklı şekilde kendilerini gösterirler. Fakat kalitesini kaybeden din idareleri dahi dünyevi iktidarlar gibi, babadan-oğula bir sistem halini alıp güç odaklı hale dönüşürler. Kur’an bu iki tarz idari yapıyı Arş ve Kürsi sembollerinde ifade eder.
Arş, kudrete dayalı idarenin sembolüdür. Lügatta ise arş, bir binayı kaplayan çatı manasındadır. Bu yönüyle Arş, ezelden-ebede kadar ki bütün yaratılışın kudrete dayanan idaresini ifade eder. Kürsi ise, ilim ve hikmete dayanan bir idareyi sembolize eder.[2] Lügatta kürsi, iskemle demektir. Çatı iskemleyi içerdiği gibi Arş da Kürsî’yi içerir. Çöl içindeki halka gibi…[3]
Kur’ana baktığımızda görüyoruz ki, Sebe ülkesinin melikesi Belkıs’ın mülkü ve arş-i azîmi var.[4] Yani ona kudret verilmiş ve güç odaklı bir idaresi bulunuyor. Meclisi şöyle diyor: “Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız. ”[5] Hz. Süleyman’ın (AS) ise melekûtu ve kürsî-i âlîsi var.[6] Fakat gerektiğinde gösterebileceği şekilde mülkü ve arş-i azîmi de var.[7] Yani ona hem kudret, hem ilim verilmiştir.
Kur’an ilim ve hikmet odaklı idare sistemine “halifelik” adını veriyor. Halife kelimesi, lügatta, bir kişinin arkasından giden manasında olmasıyla hilafet sisteminin yeryüzü ve kâinattaki İlahî hâkimiyetin izinden ve arkasından gitmekten ibaret olduğunu ifade eder. Kur’an bu manasıyla din iktidarını yeryüzünde kuran Hz. Davud’a hitaben “Yâ Dâvude inna cealnâke halîfeten fi’l-ardi ”[8] (Ey Davud! Seni arzda halife kıldık) der. Halifeliğin ilim ve hikmet odaklı yapısını şöyle açar: “Fahküm beyne’n-nâsi bi’l-hakki ” (Öyleyse hemen insanlar arasında hak ile ve hakkın tahakkuku için hikmetle hükmet) der. Halifelik sisteminin sünnetullahın, sırat-ı müstakimin ve adaletin takibine dayandığını ve bu yoldan saptırıcı unsurun hevâ (zaaflar) olduğunu “velâ tettebii’l-hevâ fe yudılleke an sebilillah” (Ve hevâna, nefsinin zaaflarına tâbi olma. O seni Allah’ın hidayetli ve âdil yolundan uzaklaştırır) diyerek ifade eder. Hikmet ile yeryüzüne hükmetmenin ve sünnetullaha riayetin temellerini ise Zülkarneyn kıssasındaki “Ve a’teynahu min külli şey’in sebeba”[9] (Ve Ona her konuda riayet edip takip edeceği bir sebep ve hikmet verdik) cümlesiyle ifade eder. Zülkarneyn’in âdil idaresindeki usulünü “Fe etbea sebeba”[10] (Hemen bir sebebe tabi olup olarak hareket etti…) cümleleriyle tekrar tekrar ifade eder.
Kudret odaklı idare tarzına ise Kur’an, “meliklik” (krallık) adını veriyor.[11] Krallık tarzı idarelerin emperyalist mantığını, ülkeler arası ilişkilerde beliren temel özelliğini Sebe melikesi Belkıs’ın dilinden şöyle ifade eder: “Gerçekten krallar bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte onlar, böyle yaparlar.”[12]
Halifelik tarzı idare ilim ve hikmete, sünnetullah kanunlarına riayete dayandığından bu tarz idarelerde idarecinin nasıl bir idari sistem sergileyeceği bellidir. Makam ve vazifeler bâki, şahıs ve idareciler fânidir. İdareci, makamın gereği gibi hareket etmekle mükelleftir. Makamın gereklerini sergilediği durumda “biat” edilme hakkına sahiptir. Bu tarz idarelerde istihdamda liyakat ve ehliyet şartları kendilerini bütün ağırlıklarıyla gösterirler. Bu şartlara riayet ise idarenin ömrünü uzattığı gibi yeryüzündeki hâkimiyetine istikrar ve güç de kazandırır. Bu tarz idarelerde, devlet, halkın fakir ve muhtaçlarının sosyal ihtiyaçlarını karşılamak üzere halkın zenginlerinin kazancından “zekat” şeklinde zaruri bir pay alır. Ki bunun da oranları bellidir. Ne artırılabilir, ne azaltılabilir. Bu gelirlerin kullanılacağı yerler de bellidir.
Fakat idare hilafet mod’undan krallık şekline dönüşünce liyakat ve ehliyet sistemi devre dışı kalır. İktidara yakın olanlar, layık ve ehil olmasalar da idari kadroda kendilerine yer bulurlar. Devlet güç odaklı olduğu ve gücüyle ayakta durduğundan halktan alabildiğine vergi toplar. Sadece zenginlerden değil fakirlerin her alış-verişinden dahi vergi alacak şekilde bir ekonomik yapıya mecbur olur. Bu idari mantık ihtilalleri zaruri olarak doğurur. Bediüzzaman Said Nursi, Batı Medeniyeti ile İslami Medeniyeti mukayese ettiği eserlerinde bu hususu şöyle ifade eder:
Batı Medeniyeti’nin nokta-i istinadı (dayanak noktası), “kuvvet”tir… İslam Medeniyeti’nin nokta-i istinadı ise “hakk”tır.[13]
[Vergi, devletlerin güç kaynağıdır. Sınırını, devlet belirler. Fakat zekât, fakirlerin zenginlerin malı içindeki ontolojik, sosyolojik, psikolojik ve semavi hakkıdır. Sınırını yalnızca Allah belirler.]
Arş-ı Kudret ve Kürsi-yi İlim tarzı idarelerin gidişatının neticesi şudur: Kudrete dayalı iktidarlar, kısa ömürlü olurlar. İlme dayanan idareler Hızır-vari bir ömür elde ederler. Osmanlı Devleti’nin 623 senelik tek hanedanla idaresinde her ne kadar saltanat usulüyle babadan-oğula geçilse de din ve ilim idarede esas alındığından bu uzun ömür elde edilmiştir.
Liyakat ve Ehliyet Kurallarına Riayette Hz. Peygamber (ASM) ve Halifelerinin İdareciliği
Hz. Peygamber (ASM), Medine’ye hicret ettikten sonra bir devlet kurdu. Bu devlet, halifelik şeklinde bir yapıda teşekkül etmiştir. Sünnetullaha riayet bu devlette esas olduğundan liyakat, ehliyet, zekat gibi semâvilik sistemine ait bütün gerekler uygulanmıştır. Sünnetullaha riayet, sebepler dünyasına adapte olma, onda tutunma ve gelişmenin temeli olduğundan Hz. Peygamber’in (ASM) her idari kararında bu riayet müşahede edilmekteydi.[14] İdari kadroları bu şekilde teşekkül ettiriyor, vazifeleri liyakat ve ehliyet esaslarına göre taksim etmekteydi. Akrabalarından Abdülmuttalib bin Rebia bin Hâris ile Fadl bin Abbas bin Abdülmuttalib Ondan şöyle bir talepte bulunurlar:
“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Sen, insanların en iyisi ve yakınlarını en çok gözetenisin. Bizler artık evlenme çağına gelmiş bulunuyoruz. Şu sadaka, zekât toplama işlerinden birine bizi memur olarak görevlendirmen için geldik. Böyle bir görev verirsen, biz de diğer memurlar gibi görevimizi yerine getirir ve onlar gibi maaş alırız!”
Resûlullâh (s.a.v) uzunca bir süre sessiz kalır. Soruyu soran sahabeler der ki biz O’nunla konuşmak istedik. Bu arada zevcesi Zeyneb (r.a), bize perde arkasından işaretle, bu halde iken O’nunla konuşmamamızı söyledi.
Sonra, Resûlullâh (s.a.v):
“-Şübhesiz ki, sadakalar Muhammed âilesi için uygun değildir. Zira o insanların kirleridir” diyerek genç akrabalarının devlet bünyesinde görev taleplerini nazikçe reddeder.[15]
İslam siyaset ve ahlak felsefesinde Hz. Peygamber’in (ASM) yapmayı reddettiği bu yanlış ve haksız uygulamaya “iltimas” denilir. Ki bütün İslam devletlerinin tarih boyunca en büyük sancısı ve dünya siyaset tarihinin en problemli konusunu bu husus teşkil etmektedir.
Hz. Peygamber (ASM) hilafet hakikati çerçevesinde idarenin ihtiyaç duyduğu hususlarda liyakat ve ehliyet çerçevesinde görevliler tayin etmiş, onların vazifelerini takip etmiştir. Bazı sahalardaki Hz. Peygamber’in (ASM) liyakat ve ehliyete riayetini şahıslar üzerine şöyle temaşa ediyoruz:
Ürün Takdir Komisyonunda
Ziyad bin Abdullah el-Ensari (RA) rivayet ediyor: Resulullah (ASM), Abdullah bin Revaha’yı Hayber ehlinin mallarını tahmin ve takdir etmek için gönderdiği zaman, Onun, en kötü hurmada bile yanıldığını görmedi. ”[16]
Abdullah bin Revaha, Mute savaşında 3. Kumandan olacak derecede askerî yetenek sahibi, Allah Resulü’nün şairleri arasında ilk 3 sırada yer alacak derecede dil üstadı olduğu gibi Medine ziraati ve bahçeciliği konusunda da ehliyet sahibi birisidir. Hz. Peygamber’in (ASM) onu bu konuda istihdam etmesi hedefi tam 12’den vuran bir istihdamdır.
İnşa ve Bina İşi Sahasında
Talk bin Ali bin Talk (RA) el-Hanefi rivayet ediyor: Mescid-i Nebevi’nin yapımında çalıştım. Resulullah (ASM) Onun çalışmamı görüp şöyle buyurdu:
-“Ona yoğrulmuş çamuru (harcı) yaklaştırın. Çünkü o daha iyi bilir.”[17]
Talk bin Ali Hanifeoğulları kabilesindendi. Onların yurdu imar faaliyetleri için daha elverişli, ziraat ve ticaret konusunda daha uygun şartlara sahipti. Bu imkânlardan dolayı Talk bin Ali Mescid-i Nebevi inşasında diğer sahabelerle beraber çalışırken ustalığı ve melekesi ile kendini gösterince Hz. Peygamber (ASM) inşa işinin Onun organizasyonu etrafında dönmesini istemiştir. İşi ehline vermiştir.
Akserî Sahada
Abdullah bin Cahş el-Esedî ilk Müslümanlardandır. Hz. Peygamber’in (ASM) halasının oğludur. Bu açıdan yakinen tanıdığı, potansiyel ve aktif yetenekleriyle iyi bildiği bir sahabedir.
Askerî yeteneği ve kumandanlığıyla tanınan, Sasani ordularını Kadisiye, Nihavend gibi savaşlarda defalarca ordusuyla mağlup edip İran’ı fetheden Sa’d bin Ebu Vakkas şöyle rivayet eder:
-“Resulullah bizi bir müfreze ile gönderdi ve şöyle buyurdu:
-“Sizin başınızda, açlığa ve susuzluğa hepinizden fazla tahammüllü olan birini göndereceğim.’ Ve başımızda Abdullah bin Cahş’ı gönderdi. İslam’da ilk kumandan O’dur. ”[18]
İyi bir idareci, ilk defa bir sahada faaliyete başlayacaksa, o sahada en yetenekli olduğu belirgin kişiyi tayin eder. Bu noktadan bakıldığında mevcut sahabeler arasında Abdullah bin Cahş en iyi kumandan olabilecek pozisyonda olduğundan Hz. Peygamber (ASM) onu kumandan tayin etmiştir. Tayin sebebini incelediğimizde liyakat ve ehliyetin, ilgili saha noktasında ekstra özellikler de gerektirdiğini görüyoruz. Askerî saha söz konusu olduğunda sabır ve cesaret hakikatleri liyakat için ağırlıklarını hissettirir. Fakat dengesiz cesaret zarara yol açabilecekken, sabır daima zaferin anası olmuştur. Sabır ise, iligili hadiste “açlık ve susuzluğa tahammül” şeklinde formüle edilmiştir.
Bu seferin ismi Batn-ı Nahle Seriyye’sidir. Hadis ilmi ıstılahınca Hz. Peygamber’in (ASM) bizzat katılmadığı seferlere “Seriyye” adı verilir. Bizzat katıldıklarına ise “Gazve” adı verilir. Hz. Peygamber (ASM) seriyyeler ile sahabelerdeki kumandanlık yeteneklerini açmak, geliştirmek, kendinden sonraki dönemde meydana gelecek savaşlara hazır olmaları konusunda onları tecrübe sahibi kılmaya çalışıyordu. Yetenek sahibi kişiler çok sayıda olduğu, onların yeteneklerinin inkişafı onların şahısları ve İslam istikbali için önemli olduğundan 70’e kadar çıkan Seriyyelerde çok sayıda sahabe kumandan tayin edilmiştir. Bu manada seriyyeler, Hz. Peygamber’in (ASM) “yetenek pişirme fırınları” vazifesini görmüştür.[19]
Eğer çok sayıda yetenek sahibi kişi varsa Hz. Peygamber (ASM) daima en ehil ve layık olana vazifeyi tevdi ediyordu. Bunu Zeyd bin Harise’nin kumandanlıklarıyla ilgili uygulamalarında görüyoruz.
Zeyd bin Harise, Hz. Peygamber’in (ASM) azatlı kölesi ve evlatlığıdır. Bizzat Hz. Peygamber’in terbiyesinde yetişmiştir. Bu açıdan Hz. Peygamber (ASM) onu bütün potansiyel ve aktif yetenekleri ile yakinen tanımaktaydı. Onun liyakat ve ehliyeti hakkında Hz. Peygamber (ASM) şöyle der:
-“Allah’a yemin ederim ki, emirliğe (kumandanlığa) en layık olan Odur.”[20]
Hz. Aişe-i Sıddîka (RA) şöyle der: “Resulullah, Zeyd bin Harise’yi hangi müfrezede göndermişse, Onu mutlaka kumandan yapmıştır. Kendi sefere çıktığında mutlaka Onu yerine vekil bırakmıştır.”[21]
Seleme bin Ekva (RA) der ki: “7 kere Resulullah (ASM) ile 7 kere Zeyd bin Harise ile savaşa çıktım. Resulullah her defasında onu başımıza kumandan yapardı.”[22]
Hz. Peygamber’in (ASM) bu uygulaması da gösterir ki, en layık ve en ehil varken başkalarını kumandan veya idareci tayin etmek topluma ve devlete, halka ve maddi kaynaklara karşı yapılan bir hıyanet ve cürümdür. İcrasına asla izin olmayan külli bir haramdır.
Mâlî Sahada:
Abdullah bin Erkam ez-Zührî, Mekke Fethi’nde müslüman olanlardandır. Resulullah’a, Ebu Bekir’e ve Ömer’e yazdırdığı mektuplarda kâtiplik yaptı. Halife Ömer’in Beytü’l-Mâl (Devlet Hazinesi) görevlisiydi. Liyakat ve ehliyeti, tescilliydi. Ömer’in yanında bir emîr idi.
Halife Ömer’in kızı ve Hz. Peygamber’in (ASM) eşi olan Hz. Hafsa babasının şöyle dediğini rivayet eder: “Senin kavminin itiraz edeceğini bilmesem Abdullah bin Erkam’ı (benden sonra) kendi yerime tayin ederim.”[23]
Sahabeden Saib bin Yezid der ki: “Abdullah bin Erkam’dan daha çok Allah’tan korkan bir kimse görmedim.”[24]
Abdullah bin Zübeyr (RA) der ki: “Resulullah, Abdullah bin Erkam bin Abdi Yeğus’a mektup yazdırırdı. Onun namına krallara O cevap verirdi. Ona, o kadar güvenirdi ki, bazı krallara mektup yazdırdığı zaman —ona son derece güvendiği için— okumadan mühürlerdi.”[25]
Resulullah, Abdullah bin Erkam ve Zeyd bin Sabit olduğu durumlarda başkasına mektup yazdırmazdı. Onlar olmadığı durumda birine bir mektup yazmak istediğinde, yanında bulunanlara yazdırırdı. Onlardan bazıları şunlardır: “Ömer, Ali, Halid bin Said, Muğire bin Şube ve Muaviye bin Ebu Süfyan.”[26]
Hz. Ömer şöyle der: “Resulullah’a (ASM) mektup yazıldı. Abdullah bin Erkam ez-Zührî’ye:
-‘Nâmıma şunlara cevap ver’ dedi. Abdullah, mektubu alıp onlara cevap verdi. Sonra gelip Resulullah’a arz etti. Resulullah şöyle buyurdu:
-‘Çok güzel yazmışsın! ’ Ömer dedi ki:
-‘Şöyle dedim: “Allah Resulü yazdıklarından hoşnud oldu. Onu çok beğenmiştim. Nihayet Halife olunca onu derhal Beytü’l-Mâl’ın başına geçirdim.’’
Beytü’l-Mâl sorumlusu demek, günümüz Türkiyesi açısından Hazine ve Maliye Bakanı demektir. Hz. Ömer dönemi İslam topraklarının günümüz Türkiye’sinin 10 katı kadar geniş bir sahaya hükmettiği ve Abdullah bin Erkam’ın yanlışlara karşı ne kadar hassas olduğu da hesaba katılırsa vazifenin ağırlığı daha iyi anlaşılabilir.
Devlet kademelerine adam tayin etmede liyakat ve ehliyet düsturlarını değişmez prensip kabul eden, liyakat ve ehliyete mugayir davranışlarında hemen görevden azleden Hz. Ömer’in (RA), Abdullah bin Erkam konusundaki bu davranışı, cevher bulmuş kuyumcunun heyecanını ve istihdamda gözlemin ne kadar önemli olduğunu yakinen gösteriyor.
Abdullah bin Erkam, Halife Osman zamanında Beytü’l-Mâl görevine devam eder.[27] İmam Mâlik bin Enes der ki:
-“Duyduğuma göre Halife Osman, Abdullah bin Erkam’ı 30.000 (dirhem veya dinar) ile ödüllendirdi. Fakat O, bu ödülü kabul etmedi ve şöyle dedi:
-‘Ben bu vazifeyi, sadece Allah için yaptım.’[28]
Amr bin Dinar der ki: Halife Osman, Abdullah bin Erkam’ı Beytü’l-Mâl üzerine görevlendirdi ve Ona, yaptığı bu göreve karşılık, 300.000 (dirhem) ücret verdi. Fakat O, bu ücreti kabul etmedi. Şöyle dedi:
-‘Ben bu vazifeyi, sadece Allah için yaptım.’[29]
Rivayetin iki farklı kanaldan, farklı rakamlarla gelmesi, vak’anın kesinliğine delalet eder. Eğer ilk rivayetteki rakamı altın para olan 30.000 dinar, ikinci rivayetteki rakamı gümüş para olan 300.000 dirhem alırsak ve o dönem şartlarında 1 dinar = 10 dirhem şeklinde bir tekabüliyet var olduğunu kabul edersek, rivayetleri barıştırmış oluruz. Hz. Peygamber (ASM) döneminde 1 koyunun 0,5 veya 1 dinara satın alınabildiğini, aynı dönemde bir koyunun 4-6 dirheme satın alınabildiğini kaynaklardan görebiliyoruz. Bu durum gösterir ki, 1 dinar = 8-10 dirhem…[30]
[Abdullah bin Erkam’ın ücret almadığı halde işin hakkını vererek kâtip ve hazinedar olarak çalışmasının psikolojik temeli, kendisinin bu sahalarda potansiyel yetenekleri olmasıdır. İnsan potansiyel yeteneği olan sahada ehliyette zirveye çıkacak bir zeka ve hafıza gücüne sahip olduğu gibi, o sahanın kemaline hizmet etmek için yaratıldığını sürekli hissettirecek bir duygu yoğunluğu ve algıya da fıtraten sahiptir. Bu manada o sahada liyakatte de zirveye çıkar. Bu tarz kişiler için mesleği, cildi gibidir. Yeteneği olmadığı sahada çalışanlar için ise mesleği, elbisesi gibidir.]
İdarî Sahada:
Sahabe-i Kiram’ın faziletiyle önde gelenlerinden birisi Rabî’ bin Ziyad el-Hârisî’dir. Halife Hz. Ömer döneminde Ebu Musa el-Eş’arî’nin Bahreyn valiliğini yapmıştır. Hicri 19 yılında Ebu Musa el-Eş’arî Menâzir savaşında onu kendine vekil tayin etmiştir.
Süleyman bin Büreyde onunla ilgili şu vak’ayı nakleder: Biri Ömer’e geldi. Ömer, Ona:
-“Neden geldin? Geliş sebebin nedir?” diye sordu.
-“Kavmimin temsilcisi olarak geldim” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ömer, Muhâcir ve Ensar’dan orada bulunanlarla diğer temsilcilere dışarı çıkmaları için izin verdi. Adamı çağırdı ve Ona:
-“Merhaba ” dedi. O da:
-“Merhaba, ey müminlerin emiri!” diye cevap verdi.
-“Vallahi ben bu işin başına herhalde mübtelâ olduğum bir imtihandan ötürü geçtim. Eğer Fırat’ın kenarında bir koyun kaybolursa Kıyamet Günü onu benden sorarlar” dedi ve başını eğip ağlamaya başladı. Sonra başını kaldırıp adama:
-“İsmin nedir?” diye sordu. Adam cevap verdi:
-“Adım, Rabî’ bin Ziyad’dır.”
Hz. Ömer bir gün arkadaşlarına dedi ki:
-“Bana öyle bir adam gösterin ki, kavmi arasında emîr olduğu zaman, davranışlarıyla emîr olmadığını gösterir. Emîr olmadığı zaman, sanki emirmiş gibi davranır.” Arkadaşları şöyle dediler:
-“Rabî’ bin Ziyad’dan başka, böyle bir niteliği olan birini tanımıyoruz.” Ömer:
-“Doğru söylediniz” dedi.[31]
Ziyad bin Ebihi, Rabî bin Ziyad’a mektup yazdı ve şöyle dedi:
-“Bana müminlerin emiri bir mektup yazıp, altın ve gümüşü koyup ondan başka bütün ganimetleri taksim etmeni, sana emretmemi söyledi.” Bunun üzerine ona şöyle yazdı:
-“Ben Allah’ın Kitabı’nı, Ömer’in mektubundan evvel gördüm.” Hemen ganimetleri ehli arasında taksim etti ve 1/5’ini ayırdı. Sonra orada kendisini öldürmesi için Allah’a dua etti. Toparlanamadan oracıkta ölüverdi.”[32]
Hukukî Sahada:
Muaz bin Cebel, Medineli Müslümanlardandır. Hicretin 9. yılında 30 yaşında iken Yemen vâliliklerin en büyüğü olan Cened vâlilik kadılığına tayin edilmişti. Orada kadılık yapacak, halka İslâmiyeti, Kur'an-ı Kerim okumayı öğretecek, Yemen ülkesinde tahsil edilen zekât ve sadakaları da vazifelilerden teslim alacaktı.
Hz. Muaz, Medine'den ayrılacağı sırada Hz. Peygamber (ASM) ona,
-"Sana hâlli için herhangi bir dava getirildiği zaman nasıl ve neye göre hüküm verirsin?" diye sordu. Hz. Muaz,
-"Allah'ın kitabındaki hükümlerle hüküm veririm." dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz,
-"Eğer Allah'ın kitabında onunla ilgili bir hüküm bulamazsan neye göre hüküm verirsin?" diye sordu. Hz. Muaz,
-"Resûlullahın sünnetine göre hüküm veririm." dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sefer,
-"Resûlullahın sünnetinde de onunla ilgili bir hüküm bulamazsan, ne yaparsın?" diye sordu. Hz. Muaz,
-"O zaman, kendi görüşüme göre içtihad eder, hüküm veririm." dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bundan son derece memnun oldu. Bu memnuniyetini şöyle ifade etti:
-"Allah'a hamdolsun ki, Resûlullahın elçisini, Resûlullahın razı olduğu şeye muvaffak kıldı."[33]
[Hz. Peygamber’in (ASM) bu uygulaması, bir vazifeye tayin edilen kişinin ehliyet derecesinin ölçülmesi noktasında bir kriteri vermektedir. Bu şekilde yaptığı bir test ile vazifelendirdiği şahıs ehliyetini ispat etmiş, o da çok memnun olmuştur.]
Yola çıkacağı sırada ise Hz. Peygamber, din hizmetinin düzgün ifası için Hz. Muaz'a şu emir ve tavsiyelerde bulundu:
-"Sen Ehl-i kitap bir kavmin yanına gidiyorsun. Onları, bir olan Allah'a îmân ve benim de Resûlullah olduğuma şehâdete dâvet et. Eğer bunu kabul ederlerse, onlara, Allah'ın her gün ve gecede beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Eğer bunu da kabul ederlerse, Allah'ın kendilerine, zenginlerden alınıp fakirlere verilecek zekâtı farz kıldığını bildir. Eğer, bunu kabul ederlerse, sakın mallarının en kıymetlilerini alma!"
-"Mazlumun duâsından sakın! Çünkü, bu duâ ile Allah Taâlâ arasında bir perde yoktur."[34]
[Bu tavsiye, Ehl-i Kitap dahi olsa hiçbir millete ve şahsa, zorbalığa ve zulmetmeye Allah’ın izin vermediğini bildirmesi, mazlum ile Allah arasında iletişimde hiçbir engel olmadığını göstermesi, kişinin inançsız olmasının hakikatte onu Allah’tan koparmadığını bildirmesi noktasında tevhid dersi veren ürpertici bir hadistir.]
Muaz bin Cebel Hazretleri Hz. Peygamber’den (ASM) bazı tavsiyelerde bulunmasını istedi:
-"Yâ Resûlallah! Bana tavsiyelerde bulun " diye ricada bulundu. Resûl-i Ekrem Efendimiz:
-"Her ne halde ve nerede olursan ol, Allah'tan kork!" buyurdu. Hz. Muaz:
-"Yâ Resûlallah! Bana biraz daha tavsiyelerde bulun." dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sefer:
-"Günahın arkasından hemen iyilik ve hayır yetiştir ki, onu yok etsin!" Hz. Muaz:
-"Yâ Resûlallah! Bana tavsiyelerini arttır." diye dileğini tekrarladı. Peygamber Efendimiz:
-"İnsanlara, güzel ahlâk ile muâmelede bulun!" buyurdu.[35]
[Bu tavsiyeler, var olan liyakatın muhafazası, muhtemel riskler karşısında alınacak tavrı, yapılan idari yanlışlar sonrası liyakati tekrar elde etmek ve geliştirmek için izlenecek metodları gösteren hayatî düsturlardır. Âdil bir idarenin gereklerini adım adım anlatır.]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Muaz ile beraberinde gönderdiği Ebû Mûsa el-Eşarî'yi uğurlarken organize hizmet etmelerini ve iki kişiden 11’i gerçekleştirmelerini sağlamaları için onlara son tavsiyesi şu oldu:
-"Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz! Birbirinizle anlaşın, iyi geçinin, ihtilâfa düşmeyin!"[36]
Hz. Peygamber (SAV), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in bütün vazifelendirmelerinde, vazifelere hakkıyla riayet edildiğinde muvaffak olunması gösterir ki, liyakat ve başarı ayrı düşünülemeyecek derecede aralarında sebep-sonuç bağı olan iki meseledir. “ Bir işin, ehli olmayana verildiğini gördüğünde kıyameti bekle!”[37] hadis-i şerifini, işin ilmini elde etmekle işe ehliyeti olup onu kendi heveslerine kurban edenlerin tarihteki binlerce vakasıyla beraber ele aldığımızda görürüz ki, Hz. Peygamber’in (SAV) kasdı liyakat ile ehliyetin birlikteliğidir. Hadisi bu çerçeveden tersinden ele aldığımızda şu manayı yakalarız: “ Bir işin layık ve ehil ellere verildiğini gördüğünde orada kıyâmı ve dirilişi seyret!” Cahiliye devrinde kabile kabile bölünen, bir birine kin ve nefret ile dolu olan Arap milletinin, İslam’ın mucizekâr elinde Ferdî olarak dirilmesi, liyakat ve ehliyet hususlarına riayet ederek 50 yıl içinde devrin süper güçleriyle adalet ve hakkaniyet üzere boy ölçüşecek derecede sosyal olarak terakki etmesi ve onlara galip gelecek şekilde kıyam etmelerinde gördüğümüz üzere!
[1] İrade sıfatı, kudreti, iktidar ve izzet haline getirdiği gibi ilmi de, hikmet ve hâkimiyet haline getirir. Bediüzzaman Said Nursi’nin tespit ettiği üzere hikmet, ihtiyar (hayırlı şıkkı seçme), irâde (teşebbüse geçme), şuur (bilinç), kasd (irâdeyi bir hedefe odaklama) ve ilme dayanır. (Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55 Lisan; Sözler, 33. Söz, 16. Pencere ve Lem’alar, 14. Lem’a, 2. Makam, 3. Sır)
[2] Sahabeler içinde ilim ve hikmet yönüyle eşsiz olanlardan birisi olan Abdullah ibn-i Abbas (RA) Kürsi Âyeti’ni “İlahi ilim ve ilimle idare etmek olarak” tefsir etmiştir. (İbn-i Cerir-i Taberi ve İbnü’l-Cevzî)
[3] İbn Hacer, XXVIII, 191. Yaratılış âlemindeki İlahi otorite ise, bu iki boyutu cem ederek, mucize seviyesine yükselir. Fakat icâd etme ve varlık âlemi boyutuyla, Arşî İdâre kendini gösterirken; ihya fiili ve ekoloji âleminde ise Kürsî İdâre kendisini baskın olarak gösterir.
[4] Neml suresi, 38-42.
[5] Neml suresi, 33.
[6] Sa’d suresi, 34.
[7] Neml suresi, 37.
[8] Sa’d suresi, 26.
[9] Kehf suresi, 84.
[10] Kehf suresi, 85, 89,92.
[11] Bu manada Kur’an, Allah’ı Melik-i Muktedir olarak ifade eder. (Kamer suresi, 55)
[12] Neml suresi, 34.
[13] Sözler, 12. Söz, 3. Esas; Lemeat, “Bir meclis-i misalîde, şeriatle medeniyet-i hazıra, dehâ-i fennî ile hüdâ-yı şer'î muvazeneleri”; Sünuhat, Rüyada Bir Hitabe.
[14] Bu noktaya dair Bediüzzaman Said Nursi şöyle der: “Kim tevfik (muvaffak olmak) isterse, kâinatta câri olan âdatullaha ( İlahi kanunlara) âşinalık etmek ve nevâmis-i fıtrata (fıtrattaki İlahi iradeye) dostluk etmek gerektir. Yoksa fıtrat tevfiksizlikle bir cevab-ı red verecektir. Cereyan-ı umumî (genel akış) ise, muhalif harekette bulunanları, adem-âbad, hiçahiçe (yokluk ülkesine ve hiçliğe) atacaktır.” (Âsâr-ı Bediiyye, Şuaat-ı Mârifetü’n-Nebi, 4. Şua, Nokta’nın Zeyli)
[15] Câmiu’l-Usûl, c. 7, 337, Zekât, No: 2.747; Müslim, Zekât, 51, 167-68; Nesâi, Zekât, 95. Zekat görevlilerinin maaşı, topladıkları zekatta verileceğine dair Kur’an âyeti bulunmaktadır. Bakınız Tevbe suresi, 60. Âyet.
[16] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, el-İsabe, İbn-i Mende’den naklen, c.2, s.252.
[17] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi ,el-İsabe, Sünen Ashabı’ndan naklen, c.3, s. 52.
[18] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, el-İsâbe Tercümesi, Beğâvi’den naklen, c. 3, s. 143.
[19] Mesela Ebû Seleme el-Mahzûmî’nin Katan, Muhammed b. Mesleme’nin Kuratâ, Ukkâşe b. Mihsan’ın Gamre, Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın Zülkassa, Zeyd b. Hârise’nin Cemûm ve Alkame b. Mücezziz’in İslâm tarihinde ilk deniz seferi mahiyetindeki Habeş seriyyeleri gibi… Bakınız, DİA “Seriyye” maddesi.
[20] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, el-İsâbe Tercümesi, Buhârî’den ve O da Abdullah bin Ömer’den (RA) naklen, c. 2, s. 261.
[21] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, el-İsâbe Tercümesi, Ebu Bekir bin Ebu Şeybe’den naklen, c. 2, s. 261.
[22] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, el-İsâbe Tercümesi, Buhârî’den ve O da Abdullah bin Ömer’den (RA) naklen, c. 2, s. 261.
[23] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, el-İsâbe Tercümesi, Buhari’den naklen, c. 3, s.123.
[24] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, el-İsâbe Tercümesi, c. 3, s.123.
[25] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, el-İsâbe Tercümesi, Beğavi’den naklen, c. 3, s.123.
[26] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, el-İsâbe Tercümesi, c. 3, s.123.
[27] Hz. Osman döneminde İslam toprakları, Doğu’da Hindistan’a, Batı’da Fas’a, Kuzey’de Azerbaycan’a, güneyde Yemen’e ve Habeşistan’a kadar geniş bir coğrafyaya hükmediyordu. Elbette böyle bir ülkenin gelirleri o nisbette büyüyor ve o gelirlerin kaydı, muhafazası, dağılımı o nisbette zorlaşıyordu.
[28] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, el-İsâbe Tercümesi, c. 3, s.123.
[29] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, el-İsâbe Tercümesi, İmam-ı Beğâvî’den naklen, c. 3, s.123.
[30] İbn-i Ebî Şeybe, VII, 303; Buhârî, Menâsik, 28; Ebu Davud, Buyu’, 27; Tirmizî, Buyu’, 34; Zehebî, Siyer, I, 524; İbn-i Mâce, Diyât, 6; Serahsî, el-Mebsût, II, 155, 173.
[31] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, el-İsâbe Tercümesi, İbnü’l-Kelbî’den naklen, c. 2, s. 171-172.
[32] Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi, el-İsâbe Tercümesi, İbn-i Habîb’den naklen, c. 2, s. 171-172. Her ne kadar İbn-i Hacer bu kıssanın başka bir Sahabe’ye ait olduğunu rivayet etse de, ideal bir yönetici vasfını göstermesi, idarecilikte liyakatin, adaleti sağlamada maslahat icabı dahi olsa kanunlara muhalefeti engelleme noktasında ne kadar hayatî önemi olduğunu ortaya koyması noktasında örnek bir vak’ayı teşkil eder. Vak’anın başka bir sahabeye istinad edilerek aktarılması, vak’anın kesinliğini bildirmesi noktasında kâfidir. Mânen mütevâtir hadisler arasına dahil eder.
[33] Tabakât, 3:584; Müsned, 5:230; ibn-i Kesîr, Sîre, 4:199.
[34] Müsned, 1:233; Buharî, 3:73; Müslim, 1:150; Tirmizî, 3:21.
[35] İbn-i Kesîr, Sîre, 4:194-195.
[36] Buharî, 3:72.
[37] Buhârî, İlim 2.