Lord Christopher Monckton ve benzerlerinin Kur’ân’ın mûcizevi hükümleri karşısındaki tutumu, yarasaların güneş karşısındaki körlüğünü hatırlatıyor bana.
Evet, Kur’an’ın eleştirilen her hükmü beşerin anlayışındaki acziyetin ilanıdır ve bu yönüyle Kur’an, akılları âciz bırakan bir mûcize olduğunu ortaya koyar.
Bilindiği gibi İslam’ın tebliğ dönemi 23 yıl kadar sürmüştür. Bu dönemin 13 yılı, türlü işkence ve baskılara rağmen istikrarla ve sabırla Mekke’de sürdürülen iman hizmeti dönemidir.
Peygamberimiz ve arkadaşları bu dönemde en ağır işkencelere (fiziki, psikolojik) maruz kaldıkları halde, silahlı savunmaya girişmemişler, müşriklere karşı savaş yolunu tercih etmemişlerdir.
Bilindiği üzere Müslümanlar bu ahlaksız işkencelerden ve zalimce saldırılardan kurtulmak için en sonunda Medine’ye hicret etmek zorunda kaldılar.
Bu hicret de Mekkeli müşrikleri tatmin etmedi ve onlar hızlarını alamayarak Müslümanların Mekke’de bulunan bütün mallarını yağmaladılar.
Kısa bir süre sonra Hacc suresinin 39. Ayeti nazil oldu ve bu ayetle “kendilerine savaş açılan Müslümanlara” cihad izni verildi.
"Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah'ın onlara yardım etmeye gücü yeter."(Hacc 39)
Ayetten de anlaşıldığı gibi Müslümanlara cihad izninin verilmesinin nedeni; 1- Kendilerine savaş açılması, 2- Zulme uğramalarıdır.
Miladi 624 yılında gerçekleşen Bedir harbi ise Müslümanların ilk savaşıdır ve bu savaş Akabe biatlarıyla temeli atılan, ilk anayasa Medine Sahifesiyle kurumsallaşan İslam Devletinin yok edilme tehditlerine karşı kuvvetli bir “varlığı koruma” hamlesidir.
O halde Kur’ân-ı Kerim’deki savaş ayetleri şahıslardan ziyade şahs-ı maneviye (devlete) hitab eden ayetlerdir.
Çünkü bu ayetler, aynı zamanda Medine devletinin başkanı olan Hz. Muhammed’e nazil olmuştur. Yani silahlı cihad görevi “devlet kurumuna ve devlet başkanına” verilmiştir.
Bir Müslüman ferdi olarak Cuma namazı kılamayacağı gibi, kolektif vazife olan silahlı cihada da ferdi olarak girişemez. O halde askeri cihad devlet başkanının başlatıp yönetebileceği bir kolektif görevdir.
Görüldüğü gibi sorun fıtri ve mahz-ı adalet olan savaş ayetlerinde değil, bu ayetleri emir’ul mümininden yani devlet başkanından bağımsız “ferdi” görev olarak yorumlayan zihniyettedir.
Aslında olay şudur. Kainatın Rabbi olan Allah bir din göndermiştir ve gönderdiği bu dinin geleceği zalimler tarafından ciddi bir şekilde tehdit edilmektedir.
Esmasının bin bir tecellilerine mazhar eylediği dünyayı ve insanı atmosferle göktaşlarından, ozon tabakasıyla zararlı ışınlardan koruyan Allah, elbette ciddi bir tehlikeye maruz kalan kendi dinini de koruyacaktır.
Kur’ân-ı Kerim’deki cihad ayetleri, Müslüman toplumun düşmanlardan korunma ihtiyacına cevap veren, dünyevi gerçekliğin ozonuna, atmosferine denk gelen ayetlerdir.
Bilindiği gibi her türlü hayati tehditle mücadele etmek zorunda kalan biyolojik organizmalar kendilerini korumaları için çeşitli cihazlarla ve silahlarla donatılmışlardır.
Sosyal organizmalar da (devletler vb.) biyolojik organizmalar gibi korunmaya ihtiyaç duyarlar. Çünkü onlar da hayati tehditlere maruz kalırlar.
Akreplerin iğneleri, yılanların dişleri, aslanların pençeleri, güllerin dikenleri, geyiklerin boynuzları olduğu gibi sosyal organizmaların da kendilerini korumaları için etkili yöntemlere ihtiyacı vardır.
Hem o sosyal sistemleri yok etmek isteyen düşmanlar hayvanlardan daha tehlikelidir, çünkü o düşmanlar şuurlu olan, şuurluca hileler geliştirebilen insanlardan başkası değildir.
Eğer Allah savaşmayı Müslümanlara yasaklamış olsaydı, savaşı bir araç olarak kabul eden düşmanları karşısında onları korumamış olacaktı. İşte asıl adaletsizlik ve zulüm de bu olacaktı.
Bu adaletsizlik ise tabiattaki “hayatı koruma” kanunlarıyla çelişen dahası çatışan büyük bir zulümden başka bir anlamı ifade etmeyecekti.
Kur’an’daki cihad ayetleri bize gösteriyor ki, Kelam kitabı olan Kur’an, kainat kitabındaki “hayatı koruma” ayetlerini insanların dünyasına yansıtmaktadır sadece.
Kovanındaki yaşamı korumak için iğnesiyle düşmanlarına saldıran bal arısının yaptığı zulüm olmadığı gibi, kendi toplumsal organizmasını korumak zorunda kalan Müslüman devletin savaşı da zulüm olarak kabul edilemez.
İki durumda da “hayatın” yani “geleceğin” yok edilme tehlikesi vardır ve iki durumda da “hayatı koruma” yasaları farklı tezahürlerle kendisini gösterir.
Bal arılarının kovandaki geleceğinin korunması gibi Müslümanların geleceği de ilahi “koruma yasalarıyla” muhafaza altına alınmıştır böylece.
İlginç olan şudur ki, Lord Christopher Monckton dünyanın en güçlü 5. ordusuna sahip olan bir ülkenin vatandaşıdır ve Kur’an’daki cihad ayetlerinin yasaklanmasını istediği halde İngiltere ordusunun oluşmasını sağlayan savaşla ilgili anayasal hükümlerin fesh edilmesini asla istememektedir.
Çünkü o da bilmektedir ki, canlılar gibi toplumların da korunmaya ihtiyacı vardır ve arzu edilen bir durum olmasa da herhangi bir savaş tehdidi karşısında “silahlı kuvvetler” fıtri korunma yasalarını uygulamak zorunda kalacaklardır.
Şu da bir gerçektir ki, bu meselede referans almamız gereken uygulamalar, Kur’an’ın ilgili ayetlerinin nazil olduğu dönemde, Hz. Muhammed’in hayata soktuğu yaşantı örnekleridir.
Hz. Muhammed’in ilgili ayetlerin emrine uyarak 10 sene boyunca gerçekleştirdiği savaşlarda şehit olan Müslüman sayısı 150 iken, öldürülen düşman sayısı 250 civarındadır.
Lord Christopher Monckton’un vatandaşı olduğu İngiltere’nin de katıldığı 1. Dünya savaşında karşılıklı olarak öldürülen insan sayısı ise 10 milyon’dan az değildir.
İngiltere’nin sömürgeleri de dahil pek çok ülkeyle giriştiği savaşlarda katlettiği, üstelik çoğunluğu da masum olan insan sayısının milyonlarla ifade edildiği bir yerde, Medine İslam devleti askerlerinin Bedir, Uhud, Hendek gibi savaşlarda öldürmek zorunda kaldığı 250 zalimin hiçbir önemi yoktur.
Katliamların büyüklüğüne ve aşırılığına bakıldığında, asıl yasaklanması gerekenin Batının “zalim savaş anlayışı” olduğu ortaya çıkacaktır.
Batının büyük bir önder olarak sahiplendiği Büyük İskender M.Ö 335 yılında Yunanistan’a girerken 6 bin kişiyi acımasızca katlederken sağ kalanların tamamını köle olarak pazarlarda satmıştı.
Büyük İskender’in ana vatanı olan Yunanistan’da gerçekleştirdiği bu katliamdan yaklaşık bin yıl sonra, Medine devletinin saraysız başkanı Hz. Muhammed, M.S 630 yılında 10 bin kişilik ordusuyla girdiği Mekke’de azılı düşmanlarına karşı genel af ilan etmiş, kimsenin kılına dahi zarar gelmemesi için elinden gelen çabayı göstermişti.
Lord Christopher Monckton, Hz. Muhammed’in doğrudan vahyin direktifleri doğrultusunda hareket eden bir Peygamber olduğunu düşünürse eğer; vahyin ne kadar “adil”, kendi beşeri uygulamalarının ise ne kadar zalimce olduğunu anlayacaktır.
İslam’ın pak adını kullanıp yanlış işler yapan bireylerin ya da toplulukların yanlışlarını İslam’a mal etmek, toplama ya da çarpma işleminde yapılan yanlışı matematik ilmine mal etmek kadar saçmadır.
Vahyin Hz. Muhammed’deki yansımaları açıkça ortadadır ve bu yansımalar, ayetlerin güneş kadar aydınlık, beşeri uygulamaların ise insanlığın geleceğini karartacak derecede zalim olduğunu açıkça göstermiyor mu?
O halde sayın Lord, adil hükümleri beşere vaz eden Kur’an ayetleri yasaklansın demek yerine; “on milyonlarca hayatı acımasızca yok eden zalim medeniyetimiz yok olsun!” demelidir eğer dürüstse. (OD)