Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Memlekette zulm-ü mutlak, fakr-ı mutlak, cebr-i mutlak... Minarelerde ezan hıçkırığa dönüşmüş, dillerde Kur'an fısıltıya. Yasaklar vicdanları kelepçele miş. Paslı yasaklardan prangalar geçmiş insan şuuruna. Hem insan şuuruna, hem de insanın yaradılış hikmetine...
Duygular, düşünceler karanlığa mahkum; ebedi hakikatın soluğu yağlı ilmiklerin ucunda, ezell emellere sehpaların kara gölgesi düşmüş. Sehpaların ve sehpalaşmış beşeri iradenin.
İmanı "diriliş cehdi" yapan her şey yasak. Dindarların iki özgür mekanından biri zindan, biri mezar: Ölümlerden ölüm beğenmece...
İnsanlar, özellikle de dindarlar garip kafes kuşları gibi: Uçamıyorlar. Kendi vatanlarında yabancıdan farksız. Dedelerinin kanıyla sulanmış topraklarda, babalarının uğruna can verdiği değerlere ağlıyorlar.
Çocuk ruhların daracık ufkunda bile cehennem kuşağı: Hem kapkara bir dehşet, hem karanlık, bir vahşet! Nurun aydınlık baharını tahayyül etmek şöyle dursun, ümit verici bir yıldızböceği şavkı bile yok. Güneşi unutan gözler koyu karanlığa alışmaya çalışıyor. Herkes köstebekler gibi. Herkes kendi mahzeninde kendi geleceğinin mezarını kazmakla meşgul. Görünüşte inkarın her türlü imkanı mevcut, idrak ise, yürekler de mahsur: Dirilecek zemin yok.
Benzetrnek gerekirse, dindarlar yeniden Mekke devrini yaşamaya dönmüş: Bir kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmeleri eksik; onun yerine dini düşüncenin tarihe gömülmesi seçilmiş.
O devirde dindar olmak demek dünya cehenneminde yanmak demekti. Bu bakımdan memurlar dindar olsalar bile dine karşı görünmek zorundaydılar. İnançlar yüreklerin en derin yerine itilmişti, fark edilmesin diye...
Biri fark etti dini düşünceyi yüreklerin en derin yerinde, tuttu, çıkardı. Tüm yüreklerin ortak rİtmini yakalayıp ahirzaman içinde Bediüzzaman'laştı... Kitapları elden ele çoğaltılıp gönüllere ulaştı. Binlerce insan "talebe"leşti. Fakat hicran devrinde sadece düşünmek ve konuşmak değil, okumak da yasaktı; hicran devrinde neredeyse yaşamak yasaktı.
"Nurcu" diye mazlumların evleri basılır, bin iftira ile karakollara çekilip falakadan geçirilirdi.
O devirde "Nura talebe" olmak demek ateşten gömleği giyip çatır çatır yanmak demekti. "Talebeler" çatır çatır yanarken, Nemrud ateşini bile gülistana döndüren İlahi rahmeti beklerdi. Buna rağmen kimsenin ağzından tek şikayet kelimesi duyamazdınız. Allah'a "kul" olanlar, kullukta "kül" olmayı seçmişti. Ölüm bile "yeniden diriliş" hamlesine dönüşmüştü.
Dedik ya: Devir hicran devri, zindan devriydi... Bir gün dediler ki, "Zindan ve hicran devri kapandı, demokrasi devri açıldı." Ankara'ya "Demirkıratlar" gelmiş de, "İsmet Paşa'nın tahtına oturmuşlar" da, "Amerika'dan iki yüz bin bilmem kaç kara okka buğday ile, Fransa'dan dört bin bilmem kaç kıyye demokrasi getiri p" millete dağıtmışlar...
Duyduğumuzda pek sevindiydik. Hem buğdaydan, hem demokrasiden payımıza düşeni almak için köyodaları önünde kuyruklara girdiydik. Bekleye bekleye bi hal olduyduk. Nihayet buğdaydan payımızı aldıydık, ama demokrasiden alamadıydık. Hissemizi almayı bir tarafa bırakın, yüzünü bile göremediydik. Bir ara demokrasinin Rize'ye kadar geldiği, Pazar'a gelmesinin an meselesi olduğu rivayet edildiydi, ne var ki, hemen ardından 960 darbesi olduydu. Demokrasi de darbeden ürküp gerisin geriye kaçtıydı...
Diyeceğim o ki, Ankara'da iktidarın değişmesi, Rize'nin Pazar'ındaki yönetim mantığını değiştirememişti.
Bir gece yarısı ansızın köyevimiz basılmış, her taraf didik didik aranmış, Kur'an-ı Kerim dahil, Osmanlıca tüm kitaplarla birlikte "Risale"ler de toplanmış, altmışbeşlik büyük halamla birlikte savcı karşısına çıkarılmıştı.
Ondört yaşlarda bir çocukla altmışbeşlik halam yan yana "devletin temel nizamlarını dini esas ve akidelere uydurmak maksadıyla gizli cemiyet kurmaktan" sorgulanmışlardı. Savcı bey kendini tutamamış, yaşlı kadınla henüz delikanlılığa adım atmayan çocuğu, "vatanı böl meye çalışmak"la bile suçlamıştı.
Mantık ölü doğmuştu: Savcı beylerle hakim beyler mantığın cenaze namazını kılmaya durmuşlardı.
İşin kötüsü hakkınızı savunacak avukat bulamazdınız. Bir Nur talebesini, bir tarikatçıyı savunmak o zamanın zamanında kolay iş değildi. Korku kol geziyordu.
Korku kol geziyordu, ama tanıdığım en cesur avukat olan Bekir Berk'in semtine ne hikmetse uğramamıştı. Galiba Avukat Bekir Berk, korkuyu korkutmuştu. Hayatı boyunca başta Bediüzzaman Said Nursi olmak üzere bütün 163. madde maznunlarını savundu. Her türlü imkansızlığı, yokluğu, engeli aşıp mahkemeden mahkemeye koştu.Mazlumların avukatı Bekir Berk'i işte bu koşuşturmaları sırasında tanıdım...
Sanıyorum 60'lı yılların başıydı. Bir gece köy evimiz marşlarla sarsıldı. Uyandım. Uyku mahmurluğu içinde "Yine mi basıldık?" diye düşünürken, kapıya tekrneler, dipçikler inmediğini fark ettim. Ne tekmesi, ne dipçiği, her kelime insanın ruhunu yıkayan bir bardak zemzem gibiydi. İçtim içtim...
Bekir Berk'in diri sesine eşlik eden sesleri içtim. Bekir Berk ve arkadaşları marş söylüyorlardı: "Ok burcuna, yay burcuna / Minarelerin ucuna / Bebeklerin avucuna / Hak yol İslam yazacağız." .
İşte o gece tanıdım mazlumların avukatını... Ve onun etrafında ümide yürüyen yürek dostlarını...
Tanıdığım an, engin ufkuna ve istikbale yönelik ümidine hayran oldum.
Onun şahsında yalnız hizmeti değil, insanları sevdim. "Davada fani olma"nın anlamını çözdüm. Her biri "Yürek insan" olan hizmet insanlarıyla buluştum. Ve bir gün kader beni köyevinden alıp o insanlara mesai arkadaşı yaptı.
Yıllarca rahmetli Bekir Berk'le aynı gazetede yazdık. Aynı sevinçleri ve üzüntüleri paylaştık.
İnsanın başını döndüren, insanı koşturup coşturan bir enerjisi vardı. İmkansızlıkları bahane ettiğine, imkansızlıklara teslim olduğuna hiç şahit olmadım.
Bir defasında bir arkadaşı Üsküdar'a gönderdi. Bir belge getirecekti. Aksi gibi hava bozdu. Deniz çıldırdı. Vapur seferleri iptal edildi. Üsküdar'daki kardeşimiz telefon edip durumu anlatıyor ve gelemeyeceğini söylüyordu. Bekir Berk telefon ahizesine gürlerneye başladı:
"Geleceksin kardeşim, o belgenin iki saate kadar elimde olması lazım."
Sanıyorum arkadaş vapur seferlerinin iptal edildiğini, bu durumda Boğaz'ı geçmenin imkansız olduğunu söyledi. İşte o zaman yapısında imkansızlıklara tesilm olmak yazmayan Avukat Bekir Berk kükredi:
"Gerekirse yüzerek gel, ama mutlaka gel!"Ve kardeşimiz ne yapıp yaptı, tam zamanında yazıhaneye geldi.
Çemberlitaş'taki yazıhanesinde herkese göre iş vardı. Kim uğrarsa ona bir işverir, koştururdu. Kimseyi boş oturtmazdı. Onun yanında gereksiz şeyler konuşamazdınız. İnsanları çekiştiremezdiniz. Geçmişe dönük hasret solukları alamazdınız. Hep geleceğe bakar, gelecek hakkındaki düşüncelerinden, projelerinden söz ederdi. Etkilenir, bitmez tükenmez enerjisine hayran kalırdınız.
***
'Köşe yazarlığına yeni yeni ısındığım 70'li yıllar...Bir tarafımız ihtilalin şartları, bir tarafımız kaht-ı rical (yetişmiş insan yokluğu). Gecelerden bir gecenin sessizliği içinde evimin zili çaldı. "Almaya geldiler" düşüncesiyle boğuşa boğuşa kapıyı açtım. Baktım bizim gençlerden biri. Bekir Berk'in beni beklediğini söyledi. O tarihte Bekir Berk, Piyerloti'de eski bir apratman dairesinde oturuyor. Giyinip gittim. Evin salonu kalabalıktı. Bediüzzaman hazretlerinin hizmetkarları, naşirleri yanındaydı. Herkes otururken o geziniyor, şimdi net hatırlamadığım bir konu hakkında görüşlerini açıklıyordu. Savunma yapar gibiydi. Bitirinceye kadar kapı aralığında bekledikten sonra salona girdim. Verdiğim selamı alır almaz elimden tuttuğu gibi büro kısmına sürükledi. Oturttu. Oturur oturmaz da, "Senden bir ricam var" dedi... Cevap beklemeden konuşmasını sürdürdü:
"Bundan sonra gazetenin başyazılarını yazacaksın. Git yaz ve hemen getir".
Konuyu verdi. Her ne kadar becerebileceğimden emin olmasam da, elimden geleni yapma kararıyla evime döndüm. Daktilo başına geçtim. Yazdım ve götürdüm.
Beğenmedi. Döndüm tekrar yazdım. Onu da beğenmeyip reddedince başyazıları kendisinin yazması gerektiğini söyledim. Kalın çerçeveli gözlüklerinin arkasından yapmacık öfkesinin örtemediği bir şefizatle yüzüme bakarak: "Çünküsen yazarsın" dedi. Bu cevap iki anlama geliyordu: Birincisi meslek olarak yazarlık, ikincisi yazabileceğime dair duyduğu güven. O gün bugündür hiç unutmadım. Ne zaman yazmakta zorlansam bu sözünü hatırlar, yeteneklerimi bununla kamçılarım.
Nihayet üçüncü yazımı beğendi. Adam kıtlığında bir gece içinde başyazar oldum! Avukat Bekir Berk deyince orada haylice durup düşünmek lazım...
Durup düşünmek lazım, çünkü Bekir Berk bir boşanma, ya da miras avukatı değildi. Yok, belki de miras avukatıydı; ecdadın aziz mirası olan "İ'layı Kelimetullah"ı ve şimdilerde çürük elmaya dönüştürülen "kızılelma"yı savunuyordu. Hem de bütün imkansızlıklara rağmen, canı pahasına...
Zaman oldu bir duruşmaya yetişrnek için katırla Zigana Dağları'nı aştı, zaman oldu yolu kesen sel sularına atladı. İspanya fethi sırasında karşısına okyanus çıkınca atını denize sürerek "Beni durduramazsın" diye bağıran Tarık bin Ziyad'a benziyordu.
Trabzon'da bir duruşma sırasında neden cübbesinin eski olduğunu düşünmekten kendimi alamamıştım. Sonra yağmurlu bir günde arkasında yürürken ayakkabılarının birinin delik olduğunu farkettim. Oysa tanıdığım herkesten fazla çalışıyordu. Aynı enerjiyi dünyaya hasretse kuşkusuz Türkiye'nin en zengin avukatı olabilirdi. Fakat o dünya malını seçmedi.
İngiltere'ye kanser tedavisine gittiğinde ben Almanya'da idim. Türkiye'ye dönüşünde, yıllar sonra ilk defa görüştük. Tanıdığım Bekir Berk'ten geriye ateşli bakışları ve secde izi bulunan geniş alnı kalmıştı. Ama bir süre sonra toparlanacak, iki seneyi aşkın bir zaman daha hizmete koşacaktı. Gırtlak kanseriydi. Biraz uzun konuşsa ağzından kan geliyordu. Buna rağmen defalarca Anadolu'yu dolaştı, sayısız konferans verdi, seminerlere katıldı.
Bir gün hayatını belgesel film yapmaya karar verdik. Kendisine açtığımızda şöyle dedi: "Eğer hizmete vesile.olacaksa ben davamın figüranlığına bile razıyım kardeşim."
Film çekildi. Bir gün sonra da hastahaneye kaldırıldı. Son ziyaretlerimin birinde can çekişiyordu. Çok halsizdi.Elimi tuttu. "Allahüekber hücum" diye fısıldadı.Önüme bir defter uzattılar. İntibalarımı yazmarnı istediler. Şöyle yazdığımı hatırlıyorum:
"Sevgili Ağabey. Bana yaşarken hizmeti sevdirdin, ölürken de ölümü sevdiriyorsun." Bundan sonrasını yazmak benim açımdan çok zor: Dimağ yorgun, şuur yorgun, gönül yorgun... Söz yorgun, göz yorgun, beden yorgun...
Bir "ebedi abide" daha göçtü gözlerimin önünde. "Ahsen-i takvim" sırrına mazhar bir "eşref-i mahlük" daha gitti.
Bu hicran demi karşısında varla yok arası yaşayan eski köy çocuğu nasıl kendini tutsun? Bir "aziz davanın" hukuk cephesini tek başına omuzlayan fedakarlığın toprağa düşmesine nasıl ağlamasın?
Göz tutsa da kendini, yürek ağlıyor: Bir gece yarısı köyevinin kapısında marş söyleyen diri sesin susmasına ağlıyor.
Ona mı, kendine mi? Köy çocuğu, Bekir Berk'ten alması gereken ihlas dersini, sadakat dersini, sebat dersini, fedakarlık dersini yeterince alamadığı için, belki kendine ağlıyor.
***
Söylemesi hicran: Ama Bekir Berk, Eyüb Sultan sırtlarında diğer mezarlardan farksız bir mezarda şimdi. Kuşların zikredip gelinciklerin şükrettiği yeni mekanında, dostlarından bir Fatiha bekleyerek ebediyeti yaşıyor.