Madde ya da materia nedir?

Mustafa AKCA

“Maddeyi tartıyor, ölçüyor; sonra bu kabasaba işlemlerden ileriye bir adım atmak istedik mi, kendimizde bir güçsüzlük, önümüzde de bir uçurum buluyoruz"
Voltaire

Pek çok düşünür için modernitenin ziyadesiyle gurur duyduğu lâdinî bilimler gerçekte eski geleneksel ilimlerin ancak birer yozlaşmış -yani imanî tercih, niyet ve nazar itibariyle değişmiş- kırıntılarıdır (1). Modernizm nitelik ve nicelik arasında bulunan o büyülü kutuplaşmayı bozan; sıfatların ve kâbiliyetlerin nicelikten çıkan yansımalar olarak görülmesi haline çeviren derin bir dönüşümden ibarettir. Aquinolu Thomas'ın "sayı maddenin bir kısmından çıkar" neticesine varışından yıllar sonra; maddenin sadece bir sayısallıktan ibaret olduğu anlayışına ulaşmış olmamız modern dönemin alâmet-i fârikâsıdır.

Klasik İlahiyatçılar bildiğimiz maddeyi “materyal” olarak değil tüm özellikleri içinde taşıyan “hammadde” (substance) olarak düşünüyorlardı. Bizler yalnızca fabrikalarda ve göz alıcı laboratuvarlarda herhangi bir faydaya yönelik olarak üretilmiş materialar hakkında bir takım bilgilere sahip olduğumuzdandır ki maddenin diğer türevlerini tanımaktan mahrum durumdayız. İşte bu husus materyalist bilimin bize yaptığı büyük kötülüklerdendir. Bize Aristo'yu ve bir kısım Skolâstikler'i madde üzerine yaptıkları mülâhazalar sebebiyle "materyalist" olarak tanıtan modern bilim; gerçekte onların madde anlayışlarından çok farklı bir bakış açısına sahiptir. Aristo'nun Hüle diye adlandırdığı ve Skolastiklerin materia dedikleri tabiatın hammaddesi olan şey, içinde bütünüyle sıfatları taşıyan ve henüz mümkün olmamış, yani bildiğimiz anlamda bir nitelik ve nicelik kalıbına girmemiş, içinde gizilgüçleri barındıran ilahi bir "öz"den ve "saf kuvvet"ten ibaretti. Tabiâtın kendisine değdiğimiz zaman hissettiğimiz, dilimize sürdüğümüzde tadına vardığımız, gözümüzü gezdirdiğimizde renklerini ayırdettiğimiz yüzeysel kısmınınsa ancak o ilk maddenin tenzil ve yansıma yoluyla kendisini gösterdiği ikinci bir maddeden oluştuğunu savunuyorlardı. Modern Bilim ise arayışını en alt tabakadan üste doğru gerçekleştirmeye kalkışmış; her şeyi bir sayısallık ve irilik ile ilintilendirmeye çabalamıştır. Fakat biz anlamaktan aciz olduğumuzdan değil, kendisi bizzat anlaşılamaz olduğu için hakkında bir tanım getiremediğimiz "mevcudâtın öznel malzemesi"ne gelip kafasını dayandırmış durumdayız. Kuantum fiziği bize niceliğin maddenin bir kısmında oluştuğunu göstermek suretiyle, yaklaşık üç asırdır kendisini dikte eden modern dünyanın iddialarını da çürütebileceğimiz deliller sunmaktadır. Zira modern felsefe başlangıcından itibaren maddeyi bölünemez, yok edilemez, değişmez atomlardan oluşan bir muhtevâ olarak görüyor; her iddiasını bu esasa dayandırıyordu.

Descartes'a kadar O'nun da dahil olduğu düşünürler maddeyi uzama yakınlaştırırken, daha sonrasında gelenler atoma yakın olarak tanımlamışlardır. Adeta modern dünya için madde ile cisim aynı şeylerdir. Hâlbuki  cisim, hakikât in çeşitli evrelerden geçip kabiliyetlerinden pek çoğunu kaybetmesiyle ortaya çıkabilmiş basit bir fazıdır. Işık, bir cisimden çok daha fazla yeteneğe sahiptir; gerek potansiyel enerjisi bakımından, gerek maddelerden kolayca geçebilmesi bakımından, gerek maddenin tanımlanmasında esas olan renk ve ısı gibi özelliklere sahip olması yönünden cisimlerden çok daha fazla kıymeti ve kabiliyeti haizdir. Bu bakımdan adeta modern öğreti cisimler üzerine bina edilmiş çürük bir varsayımdan, dar kapsamlı bir fikriyâttan ibarettir. Görüleceği üzere nitelik, nicelik, zaman, ölçü, mekan ve ruhlardan yani bunlar arasında kurulmuş bağlar olan kanunlardan oluşmuş kâinat, Nursî'nin eneyi tarifinde belirttiği hikâyeleme yöntemiyle, bizim "varsaydığımız" ve "nicelik" dediğimiz bir takım hatlardan ibaret olarak görülmektedir. Gerçekten nicelik ve nitelik denilen bir kamplaşma var mıdır? Mesela niceliğin özelliklerinden sayılan ağırlığın, gerçekte şeyler arasında bir nispetten ibaret olduğunu; yani iki maddenin birbirini çekme gücüne ağırlık denildiğini bildiğimize göre, ağırlık maddenin özelliği değil, belki maddeler arasındaki bir nispetten ibaret olmalıdır. O zaman, renk, koku, ebât vesâire gibi husûsiyetleri de şeyler arasında bir tür iletişimden doğan nitelikler olarak görebilir miyiz? Adeta mekânın içini dolduran her şey aynı düzeye iniyor, fark ise yalnızca kalıplarındaki ayrılıktan ileri geliyor diyebiliriz. Bir kabın içinde onun şeklini alan sıvının kabın sınırlarıyla şekillenmesi gibi, her şey sanki kendisi için belirlenmiş bir kabın içinde durup; başka şeylerden şekil ve içerik olarak ayrılmaktadır (2). En küçük bir unsurdan en büyük varlıklara kadar her şey, daha başka küçük şeylerin kendilerini oluşturduğu kalıpçıklardan oluşmaktadır. Bir insan, kendisi bir kalıp olarak pek çok şeyi ihtiva ettiği gibi, mesela göz ve gözü oluşturan diğer kısımlar da birer küçük kalıptırlar. Çünkü maddeyi madde olarak devam etmeye zorlayan,yani sürekliliği sağlayan bir kalıbın olması gerekir. Kalıp ise, bir kısım şeylerin kendisine girip çıkabileceği kadar şeffaf, ve bir kısım ana unsurların ise yerli yerinde durabilmelerini sağlayabilecek kadar katı (sağlam) olmalıdır. Mesela bir çiçeğin kokusu, kokuyu oluşturan kalıpçıkların kendisine girip çıkabilmelerine müsait bir yapıda olmalıdır ki bir başka varlıktan ayrışabilsin.

Şeylerin kalıbını dolduran bir madde olmayan yani anti-madde lazımdır. En aslî olan bir macundan fışkıran, «şey» (3) olma sıfatını kazanan mevcudat, değişik kalıplara girerek (kaderin biçtiği, isimlendirdiği kalıplar) halden hale geçiyor, bu geçişler (bir bakıma bölünmeler de denilebilir) esnasında kimi özelliklerin kaybedilmesi veya işlevsiz kalmasıyla daha az kaâbil vücutları oluşturuyorlar.

Bölünmeler ve kalıptan kalıba geçişler devam ederken, başlangıçta daha fazla evsafa sahip olan mevcudat, bir kısım sıfatların ikinci dereceye gerilediği, bölünme ve kalıptan kalıba girme devam ettikçe bu sıfatların  neredeyse kaybolduğu, en sonunda sadece bir kaç sıfatın aktif kalabildiği şeyler olmaktalar. İşte biz, bir takım sıfatları içkin olan bu kalıplara « madde » diyoruz (4). Kalıpların esasını yani maddelerin çeperlerinin ayakta tutan, maddeyi kendi içinde tutunduran kuvvet ise, tamamen maddeden bağımsız bir ilke olmalıdır. Aksi halde her bir şey, kendi istiklaliyeti açısından diğer şeylere hem hakim hem muhtaç olmak durumunda kalacaktır. Çünkü her şey her şweyle bağlantılıdır. Şüphesiz devamlılık, kararlılık ve intizam gibi eşyayı ilgilendiren hususlar «güç»e ve «deha»ya dayanır.

« Bölünme » derken, maddenin bir takım elementlere, elektronlara veya bileşiklere dönüşmesini kast etmiyoruz. Bugün artık atom parçalanmış; atomun pek çok küçük zerreden, atomun yapısına benzemeyen pek çok unsurdan oluştuğu ispatlanmıştır. Atom olabildiğince küçük unsurların meydan getirdiği küçük bir kainat gibidir. Atoma içkin bütün bu unsurların arasında var olan boşlukları şimdilik hareket olarak tanımlıyoruz. Parçacıklar o kadar hızlıdır ki, «aynı anda» milyonlarca yerde bulunmaktadırlar. Hareketlerini belirli bir sebebe de bağlamanın imkanı da yoktur. Bunlar, zihnimizde yer ettiği şekliyle ne bir ağırlığa ne de bir kütleye sahip değildir.

Bizler ise böyle ne idüğü belirsiz parçacıklar üzerine bina ettiğimiz dünya hayatımızda fazlasıyla ukalaca şeylerden bahsediyoruz. Şirazlı Molla Sadra’dan beridir maddenin mi yoksa cevherin mi değişebilir olduğu türünden «felsefi!» hususları tartışıyoruz. Madde artık maddi bir husus olmaktan çok «ahlaki» bir olgu olarak karşımıza dikiliyor. Her bir ideolojinin gelip konaklamak zorunda kaldığı noktada materyalizm de duruyor, maddeyi tartışmayı bahane edip, var edilişi imani olan bütün unsurlarından soyutlamaya çabalıyor. «Doğru olan»ın ancak «bizim keşfedebildiğimiz» bir şey olduğu gibi çok dar bir tasnife sığıştıran Descartes’tan beridir modern düşünce, bir araştırma hayhuyunun ortasında doğru oluşun eksenini insanın bulgularına ve sezgilerine münhasır kılmaya çalışıyor. Böylesine değişken ve temelsiz olan sezgi ile araştıran kişiye göre şekillenen bilimsel araştırmaların sonucunda elde edilen ham bilginin aksine «doğru» mefhumu geçici ve geçişken değil, fani değil, tebeî hiç değil. Modern bilimin, kendisini, böyle çeperlerini tutamayan ve çabuk zayi olan madde olgusuna dayandırmakta ısrar etmesi ; gün be gün tadilata uğrayan ve bir sonraki bir öncekini değiştiren teorilerle, adeta suni teneffüsle yaşamaya mahkum olmasını netice vermektedir. Madde denilen olguya dayanmanın modern dünyayı içine soktuğu psikolojik karmaşanın nedeni, onun hakikâtin kaynağı olduğuna olan kuvvetli ve istekli inançtır.

DİPNOTLAR:
(1)Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri .sh.12
(2)"Herşeyin hudûdunda dâima harekette bulunan zerrâtı durdurup geri çeviren bir hudûd bekçisi vardır. O zerrâtı taşmaktan men ediyor. O bekçi ise muhit bir ilmin tecellisidir ki,o tecelli kadere, kader de bir mikdara, mikdar da bir kalıba tahavvül eder. Demek her şey içerisindeki zerrâta kalıptır". Mesnevi-i Nûriye, Zey-ül Habbe sh.139
(3)Niceliğin Egemenliği ve çağın Alametleri, s.12
(4)Bu olgu  “Sudur Teorisi” oalrak, İbn-i Sina ve Farabi gibi alimler tarafından etraflıca anlatılmaktadır.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.