Bu zamanda i'lâ-yı Kelimetullah (Allah’ın isminin yüceltilmesi) maddi olarak terakki etmeye bağlıdır. Bunu yapmak için ise gerçek medeniyet olan İslamiyet’e uymak şarttır.
Gelecekte İslâm aleminin manevi şahsiyeti bunu yerine getirecektir, İnşaallah.
Eski zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak, inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılıç ile olmuştur. İstikbalde ise silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet, maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılıçları, düşmanları mağlup edip dağıtacaktır.
Bizim muradımız medeniyetin güzellikleri ve insanlığa menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri, mehasin güzellik zannedip, taklit edip malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar.
Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip kötülükleri iyiliklerine üstün gelmekle, beşer iki dünya savaşı ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber etti. Öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah istikbaldeki İslâmiyet'in kuvveti ile medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi ve barışı temin edecek.
Evet, Avrupa'nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin kötülükleri iyiliklerine galebe edip, ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir.
İstikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve manevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz sebepler varken; uçak ve süratli demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye'se düşülür? Nasıl âlem-i İslam’ın kuvve-i maneviyesi kırılır?
Yeis ve karamsarlıkla zannediyorsunuz ki, dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır, fakat yalnız bîçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz.
Madem tekâmül meyli kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten derç edilmiştir. Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa; istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm'da nev'-i beşerin eski hatalarına keffaret olacak bir dünya saadeti de gösterecektir, inşaallah...
Evet, bakınız, zaman düz bir hat üzerine hareket etmiyor ki, başlangıcı ve sonu birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen tedenni düşüş esnasında kış ve fırtına mevsimini gösterir.
Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev'-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacaktır. İslâm hakikatlarının güneşi ile sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekliyebilirsiniz.
Fenlerin casus gibi tedkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki: Kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzât ve Sâni'-i Zülcelal'in hakikî maksadları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünki kâinata ait fenlerden herbir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev' ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel akıl bulamıyor.
Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki: Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık hilkat-i kâinatta cüz'îdir. Maksud değil, tebaîdir ve dolayısıyladır. Yani meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikatı çok hakikatlara inkılab etmek için çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkate girmiş.
Şer, hattâ şeytan dahi beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi cüz'î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halk edilmiş.
İşte kâinatta hakikî maksad ve netice-i hilkat istikra-i tâmme ile isbat ediyor ki; hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksud onlardır. Elbette beşer bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar olmadan, dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak. Belki Cehennem hapsine girecek.
Hem istikra-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki; mahlukat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünki beşer, hilkat-i kâinattaki zahirî esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeblerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san'at-ı İlahiyeyi ve muntazam hikmetli icadat-ı Rabbaniyenin taklidini san'atçığıyla yapmak ve ef'al-i İlahiyeyi anlamak için ve san'at-ı İlahiyeyi bilmek ve cüz'î ilmiyle ve san'atlarıyla anlamak için bir mizan, bir mikyas, kendi cüz'î ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Hâlık-ı Zülcelal'in küllî, muhit ef'al ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref, en ekrem mahluku beşer olduğunu isbat ediyor.
Hem İslâmiyet'in kâinata ve beşere ait hakikatlarının şehadetiyle mükerrem beşer içinde en eşref ve en a'lâsı ehl-i hak ve hakikat olan ehl-i İslâmiyet; hem istikra-i tâmme ile, tarihlerin şehadetiyle, en mükerrem beşer içindeki en müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi bin mu'cizatı ve çok yüksek ahlâkının ve İslâmiyet ve Kur'an hakikatlarının şehadetiyle en efdal, en yüksek olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır.
Madem bu yarı bürhanın üç hakikatı böyle haber veriyor. Acaba hiç mümkün müdür ki, nev'-i beşer şekavetiyle bu kadar fenlerin şehadetini cerhedip, bu istikra-i tâmmeyi kırıp, meşiet-i İlahiyeye ve kâinatı içine alan hikmet-i ezeliyeye karşı temerrüd edip, şimdiye kadar ekseriyetle yaptığı gibi o zalimane vahşetinde ve mütemerridane küfründe ve dehşetli tahribatında devam edebilsin? Ve İslâmiyet aleyhinde bu hâlin devam etmesi hiç mümkün müdür?
Ben bütün kuvvetimle, hadsiz lisanım olsa, o hadsiz lisanlarla kasem ederim ki: Âlemi bu nizam-ı ekmel ile, bu kâinatı zerreden seyyarata kadar, sinek kanadından semavat kandillerine kadar nihayet bir hikmet-i intizam ile halkeden Hakîm-i Zülcelal'e ve Sâni'-i Zülcemal'e o hadsiz lisanlarla kasem ediyoruz ki; beşer hiçbir cihetle bütün enva'-ı kâinata muhalif olarak ve küçük kardeşleri olan sair taifelere zıd olarak kâinattaki nizama, küllî şerleriyle muhalefet edip nev'-i beşerde şerrin hayra galebesine binler senede sebeb olan o zakkumları yiyip hazmetmesi mümkün değil...
Bunun imkânı ancak ve ancak bu farz-ı muhal ile olabilir ki; beşer bu âleme emanet-i kübra mertebesinde ve halife-i rûy-i zemin makamında sair enva'-ı kâinata büyük ve mükerrem bir kardeş olduğu halde en edna, en berbad, en perişan, en muzır ve ehemmiyetsiz, hırsızcasına ve dolayısıyla bu kâinat içine girmiş, karıştırmış. Bu farz-ı muhal, hiçbir cihetle kabul olunamaz.
Bu hakikat için, elbette bu yarım bürhanımız netice veriyor ki, âhirette Cennet ve Cehennem'in zarurî vücudları gibi, hayır ve hak din istikbalde mutlak galebe edecektir. Tâ ki, nev'-i beşerde dahi sair neviler gibi hayır ve fazilet galib-i mutlak olacak. Tâ beşer de sair kâinattaki kardeşlerine müsavi olabilsin ve sırr-ı hikmet-i ezeliye nev'-i beşerde dahi takarrur etti denilebilsin, vesselam…
(Bediüzzaman Said Nursi’nin Hutbe-i Şamiye isimli eserinden istifade edilmiştir)