Müslüman’ın mağlubiyeti İslam’ın galibiyetine nasıl inkılap edecek?
“Ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat'iyemle derim: İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur'âniye ve imaniye olacak.” (Hutbe-i Şamiye:28)
“Eskiden beri i'lâ-yı kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir.” (Sunuhat:56)
"… ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!" (Tarihçe-i Hayat:120)
***
Evet, Risale-i Nur baştan sona kadar böylesi gelecek vaatten, geleceğe ümitle baktıran sözlerle ve söylemlerle doludur.
Hatta bu manadaki ümit dolu sözlerin çoğu yaklaşık yüzyıl öncesinden söylenmiştir.
Hal böyle olunca, birçok dost ve arkadaş, özellikle genç kardeşlerden itiraz emareleri yükselmeye başladı.
Diyorlar ki:
“Üzerinde bu kadar zaman geçmesine rağmen özlenen manada bir fereç gelmediği gibi, şu andaki halı aleme baktığımızda ise gittikçe kötüye gidiyor.”
“Dünyanın birçok yerinde inim inim, inleyen bir halk, hor ve hakir görülen bir ümmet, bundan da kötüsü dünyanın en vahşi, gaddar ve kan kokan bir topluluk olarak lanse ediliyor, hatta öyle gözüküyor.”
“Bu hal ne zamana kadar gidecek?”
“Bediüzzaman söylüyorsa doğrudur. Amenna… Lakin yüzyıldır bunları söylemiş… Daha ne kadar bekleyeceğiz?”
***
Bunları söyleyenlere ilk evvela şunu hatırlatmak isterim:
Bir kere 1910'dan bu yana dünyada yaşananlara bir kuş bakışı bakmak yeterli olacaktır.
Geçen bir yüzyılda nasıl bir değişim ve dönüşüm yaşanmış.
Birinci cihan harbinden sonra yeryüzünde İslamı temsil eden hemen hemen hiçbir ülke kalmamış.
Ya yok edilmiş ya da sömürge haline gelmiş.
Bunun neden böyle olduğunu hatta, ”böyle olması gerektiğini” Bediüzzaman “rüyada hitabede” net bir şekilde anlatmış.
Çünkü 1900’lerin başından hemen hemen günümüze kadar, İslam âleminde öyle bir jenerasyon vardı ki onlardan önceki yüzyılların toplu günah ve hatalarının sonucu adeta bir fetret nesli yetişmişti.
Bu nesil hem dinde lakayt hem de ümidini yitirmiş bir vaziyettedir.
Dolayısıyla dini bir ananede yetiştikleri halde dinde tamamen lakayt bir ceset görünümünde oldukları için kader hükmünü icra etmiş topyekûn bir helaketin eşiğine getirmişti.
Öyle ki Kur’an-i Kerimde bu manada çok dehşet verici uyarılar dikkat çekmektedir.
Mesela:
“Onlardan sonra, namazı zayi eden, şehvet ve dünyevi tutkularının peşine düşen bir nesil geldi. Onlar bu tutumlarından ötürü büyük bir azaba çarptırılacaklardır.”(Meryem Suresi:59)
“Andolsun, sizden önceki nice nesilleri peygamberleri, kendilerine apaçık deliller getirdikleri halde (yalanlayıp) zulmettikleri vakit helâk ettik. Onlar zaten inanacak değillerdi. İşte biz suçlu toplumu böyle cezalandırırız.” ﴾Yunus Suresi:13﴿
“Sonra, nasıl davranacağınızı görelim diye, onların ardından yeryüzünde sizi onların yerine getirdik.” ﴾Yunus Suresi:14﴿
Kur’an’daki bu ayetlere benzer birçok ayetlere baktığımızda şu sonucu çıkartmak zor olmasa gerektir:
Ya bu ümmet helak olmalıydı yahut hatalarını düzeltmesi için dünyayı feda edecek belalar gelmeliydi.
Öyle ise şu sonuca dahi varabiliriz:
Cenab-ı Hak bu ümmete öyle bir lütfetti ki, çeşitli felaketlerle günahkâr, fasık bir topluluğu manevi şahadet mertebesi vererek bir nevi velayet makamına çıkardı.
Nitekim Bediüzzaman şöyle der:
"Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi."
O halde yukarda çıkan sonuç şu hükmü getiriyor:
Müşterek hata İslamı yaşamamaktır.
Ve sonucu musibettir.
İşte tam bu noktada Bediüzzaman hazretleri bir gerçeğe daha dikkat çeker ki; ”bunun ihmali musibet değil gazabı ve kahrı gerektirir” der.
O da Hac farizasını yerine getirmemek.
Mesela 1910'dan 1950'ye kadar Türkiye resmi olarak haccı göndermemiş.
Türkiye’de durum böyle olduğu gibi diğer İslam ülkelerinde de aynı durum söz konusudur.
Müslümanların birbiriyle kaynaşması ve tanıması zaafa uğrayıp eksik kalınca İslam’ın “âli siyaseti” ve toplumsal mukavemeti ihmal edildiği için milyonlarla Müslümanlar İslam’ın aleyhinde istihdam edilmiştir.
Nitekim halı hazırdaki “İhvanı Müslimin” hakkında illeri geri düşüncelerimiz bunu ispatlıyor.
İslam’ın bağrına hançerler sokulduğu ve İslam evlatları katledildiği halde (özelikle Müslümanların eliyle) biz burada oturup “ihvanı müslimini” eleştirdiğimiz gibi, Kudüs’ün orta yerinde Filistinli Müslümanlara benzeterek Taksimdeki gezi hareketi için batının üfürmeleri doğrultusunda hükümeti eleştirip bir sürü laf yağdırdıklarına bizzat şahit olmuştum.
Yahu içimize öyle bir tefrika ve tarafgirlik sokulmuş ki birbirimizin kanını emsek doymaz hale gelmişiz.
Düşmanın saldırısı bize lezzet veriyor.
Yani anlayacağımız yüzyıldan fazladır bizler birbirimizi tanımadığımız gibi, hasmın propagandası ve kasti telkinleri sonucu dünyanın herhangi bir yerinde İslam’a yapılan saldırıya çoğunlukla ”hak edilmiş” deyip alkış tutmuşuz.
Öyle ki yine Bediüzzaman’ın anlattığı şekliyle:
"Zira hançerini İslâmın ciğerine saplamış olan hasım, 'Sükût et' demiyor. 'Alkışla, mütelezziz ol, beni sev' diyor, onları misal gösteriyor." (Sünuhat:69)
Peki, öyle bir ümmet ki kimisi babasını, kimisi validesini, kimisi kardeşini ve hepsi evladını öldürmüş bir vaziyette saçını başını yolarak feryad-u figan ederken bu hal hep devam ederken fereç ve fütuhat nasıl gelecek?