Ateş Üzerinde Oturmak

Mahir DUMAN

“İnsanlık tarihinde hiçbir fani, onun (asm) kadar çöle hayat verememiştir.”

Dünyamız, ilk başta bir alev topuydu. Soğudu. Akıcı bir sıvı haline geldi. Sonra katılaştı, sertleşti. Daha sonra dağlar, taşlar, ovalar oluştu.

Başı dumanlı dağların gözleri yukarılardaydı. Toprak, ayaklar altına serildi. Taşlar binlerce bahar gördü ancak yeşermedi. Yerin, toprağın bağrından hayat fışkırdı. Serviler başlarını yükseklere dikti. Hazan serinliğini görünce, sadece gazellerini döktü. Çünkü onlar meyvesizdi.

Elma ağacı ise yere eğildi. Başaklar toprağa baktı. Çünkü elleri boş değildi onların. Nimetlerin ağırlığından belleri bükülmüştü.

İnsanoğlu taşı kullandı, onunla evler inşa etti. Yerin karnındaki ateşin ısıttığı su ile temizlendi. Ovalara sabanla dokundu, altın başaklar yetiştirdi. Karnını doyurdu.

Ağaçlar, meyveleriyle bu hatırlı misafirin imdadına koştu. Memeleri süt dolu inekler, koyunlar, develer… yine onu beslemek için dağ tepe, çayır çimen dolaştı…

Nar, çamur yedi; ona kıpkırmızı şerbet sundu. Arı çiçek çiçek kanat çırptı, balın ham maddesiyle çıkageldi. Koyun, durup dinlenmeden otladı; renk renk yünlerle döndü.

Saydıklarımız, sayamadıklarımız insanın menfaati için çırpındı. Akılları hayrette bırakan bu olaylar karşısında, Ziya Paşa’yı hatırlamamak mümkün mü?

“Subhâne men tahayyera fi sun’ihi’l-ukûl
Subhâne men bikudretihi ya’cüzü’l-fuhul”
(O Allah’ı takdis ve tenzih ederiz ki sanatında akıllar hayretler içinde kalmıştır.
O Allah’ı takdis ve tenzih ederiz ki kudreti ile en bilgili insanları acze düşürmüştür.)

Zaman hızla ilerledi.

Nihayet O’nun verdiği nimetlerle beslenen aciz insan, kendini bir şey zannetti ve azdı.

Dağlara benzemek istedi. Zirvelerinden ateş kusan, lavlar fışkırtan dağlara…

Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller bu kibir saltanatının temsilcilerindendi. Kimi insanlar da meyveli ağaçlara, verimli topraklara benzediler. Bereket getirdiler. Elleri dolu olduğundan bunların da yüzleri toprağa bakıyordu.

Ne demişler: “Hâk ol ki Hak eyleye rütbeni âli.” Yani: Toprak gibi ol ki Allah makamını yüceltsin. Taşın bağrında kendine yer bulan bir tohumun, granit sertliğindeki kayaları nasıl paramparça ettiğini görmüşüzdür. Aynen öyle de Muhammedî çekirdek yere düştü, şirk kütleleri zelzeleye tutuldu. Bu fıtri yükselişi, engellemek mümkün olmadı. Yeryüzü onun çağrısına cevap verdi. Onun davasına gönül verenler gür ormanlara döndü…

Fahri Âlem efendimiz: “Ebu Bekir, Allah yolunda yağdan yumuşak, Ömer ise taştan katıdır.” buyurmuştur.
Çoğu zaman Hz. Ebu Bekir yumuşaklığı, İslâm’ın kök salmasına yaramıştır.

Bazen de taş gibi, bereketli toprakları denizlerin istilasından koruyan dağlar gibi olmak, zararlı akımlara karşı Ömer (r.a) olmak gerekiyordu.

Zaten insanlık âleminde iki silsile, iki cereyan hep olagelmiştir: Vahiy ve felsefe…

İnsanın bir Kabil yönü, katleden tarafı vardır. Bu yanıyla yakar, yıkar, ölüm kusar. Âdemoğlunun bir de Habil ciheti vardır. Bu tarafıyla da huzur getirir. Saadet taşır. Tarih bunların misalleriyle doludur.

Piramitler, insanoğlunun Firavunluk tarafının taşlaşmış birer şahididir. Kâbe’nin etrafında secdeye kapananların resmi de kulluk yanının görüntüsüdür. Müminlere bakın, onların boynu bükük, ilahi kudretin huzurunda iki büklüm… Ötekiler ise yere, göğe sığmıyorlar.

İşte taş yığınları… İşte mümbit topraklar. İşte zehirli dikenler… İşte ballı hurmalar…

İşte benlik, işte tevazu…

İnsanlık ağacının Firavunluk dalı, hep acı, gözyaşı meyvesi vermiş. Nemrutlar, Şeddatlar, Deccaller o dalın mahsullerindendir.

Diğer dalın semereleri huzur olmuş, adalet olmuş. Nebiler, veliler irfan dünyamızı aydınlatmışlar.

Her insan için sosyal hayata bakan bir pencere vardır. Kısa boylular, o pencereden görünebilmek için kendilerini uzun göstermeye çalışırlar. Uzun boylular ise eğilerek bakarlar kendi pencerelerinden. Aslında büyük görünmek isteyenler gerçekte maneviyat cüceleridir. Büyükler ise hep mahviyeti tercih edenlerdir.

Efendimiz (a.s.m) tevazuun da zirvesindeydi. “Ben, kral değilim. Kurutulmuş et yiyen dul bir kadının oğluyum.” diyordu. Davası için toprak oluyordu. İşte bu bereketli topraktan İmam-ı Azam, İmam-ı Şâfi'î, İmam-ı Rabbani, Üstad Bediüzzaman ve daha nice güller fışkırdı.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.