Garip Turunç'un yazısı
Bilhassa, modernlikle birlikte adaletin nötr niteliği son derece önemli. Elinde bir terazi tutan gözleri bağlı kız figürünün halk nezdinde 'yargıyı' ima etmeye başlaması da modern tasavvurla doğrudan bağlantılıdır. Söz konusu kızın gözlerindeki bağ, onun kör olmadığına ama bilinçli olarak bazı şeyleri görmekten kaçındığına işaret eder. Yargının adil olmak uğruna görmekten kaçındığı şey ise davalı tarafların 'kim' olduklarıdır. Eğer yargı mekanizması kişilerin kimliğine göre farklı kararlar verirse ayrımcılık yapmış olur ve adaletin terazisi düz kalamaz.
Liberal demokrasiler her biri kendi rasyonalitesine sahip ve birbirinden bağımsız davranabilen bireylerden hareket ettiği ölçüde, nereye yöneleceği bilinmeyen bir talepler yelpazesi ile karşılaşmayı baştan kabul ederler. Dolayısıyla hemen her konuda uzlaşması kolay olmayan farklı taleplerin aynı anda kamusal alana çıkarak siyasallaşmasına tanık olurlar. Bunun anlamı bireysel, grupsal, yöresel ve sınıfsal çatışmaların kaçınılmazlığıdır. İşte yargının benzersiz rolü de burada ortaya çıkar, çünkü tüm toplumsal aktörlerden farklı olarak, yargının söz konusu çatışmalarda kimliklere mesafe alarak tutum alması beklenir. Kimlikler ise modern dünyada ideolojik bağlam içinde işlev kazanırlar. Bu nedenle de yargıdan asıl beklenen 'ideoloji dışı' bir biçimde meselelere bakabilmesidir. Nitekim terazili kızın gözlerinin bağlı olmasının da hikmeti budur.
ANCAK "AKP'YE HAYIR" DERSENİZ Mİ TABANI TUTABİLİYORSUNUZ?
Oysa Türkiye'mizde çok farklı bir tablo yaşanıyor. Batı'daki anlayışın tamamen tersine, bizde devlet sanki toplumsal bir kesimmiş gibi ideolojik bir tutum almakla kalmıyor; bu tutumun herkes tarafından benimsenmesini istiyor. Devletin bu tavrı soyut 'devlet çıkarı' bakışından bağımsız, onun epeyce ötesinde bir yaptırımı ima etmekte. Çünkü Türkiye'de 12 Eylül anayasası ile empoze edilen Kemalizm, devletin çıkarları için değil, belirli toplumsal kesimlerin çıkarı için kullanılıyor. Dolayısıyla da gözleri bağlı olmak bir yana, gözleri fal taşı gibi açık duran ve sürekli toplumu kollayan bir yargı ile karşı karşıyayız.
Bu ideolojik denetim mekanizmasının en tepesinde ise Anayasa Mahkemesi var. Mahkemenin önerilen anayasa değişiklikleri konusunda sadece şekilsel müdahalede bulunması beklenirken, "ucundan azcık" kesmeleri ile büyük bir suç işlediler. Nitekim üniversitelerde eşitliği sağlayacak olan bir değişikliği, Anayasa'nın zımni laiklik yorumundan hareketle engelleyen Mahkeme, aynı şekilde, içinde olduğu durumu da ifşa etmişti iki-üç yıl önce. Buna göre laiklik bir şekil şartı gibi ele alınmakla kalmamış, laikliğin Kemalist versiyonunun da değiştirilemeyeceği söylenmişti. Aynı tarzda ve ölçekte bir başka skandal, cumhurbaşkanlığı seçimi gündemdeyken alınan '367 kararı'nda da yaşanmıştı. Hukukçuların "yetki gasbı" diye adlandırdıkları bütün bu eylemler yetmiyormuş gibi, birkaç gün önce, "anayasaya uygunluk" denetimi yaparken Anayasa'yı bir kez daha çiğnedi aynı Mahkeme. Demek ki, ülkemizde hukukun olmadığı aşikâr. Zaten ülkemizde "hukukun üstünlüğü" söz konusu olsaydı, Anayasa'nın 148. maddesine saygı gösterilirdi. Madde ne diyor, hatırlatalım: "Anayasa Mahkemesi, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü'nün Anayasa'ya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler." Nitekim, Anayasa Mahkemesi başkanı da Anayasa'nın bu maddesine uyulmasını istemiş son günlerde alınan kararda, ama ne hikmetse isteği azınlıkta kalmış.
Anayasa Mahkemesi üyelerinin bu ani paniğe kapılmalarında bir tuhaflık var. Acaba neden bu "kadarcık" bir değişiklik için o kadar büyük bir suçu göze aldılar? Neden Mahkeme başkanını, doğrudan iktidar partisini hedef alarak, "Timsah gözyaşları döküyorlar. Gözlerinin içi gülüyordu." diyerek, suçu böylesine bir "az hukuk, çok siyaset" mantığı ile aldığını göstermek ihtiyacını gösterdi? Görünen o ki, rejimin yıkılmasını önleyemeyeceklerini anladıkça yaptıkları hatalarla yıkımı hızlandırıyorlar.
"Evet" cephesinde AK Parti, Saadet Partisi ve BBP var. "Hayır"cıların başını CHP çekiyor. MHP, BDP ise bu blokun önemli ayakları. DSP, DP, Türkiye Partisi de büyük olasılıkla bu blokta yer alacak.
FARKLI KESİMLERİN SINIFSAL VE İDEOLOJİK KARDEŞLİĞİ
CHP, 12 Eylül rejimine hafif bir müdahaleye bile karşı. "İktidar yargıyı ele geçiriyor" iddiasında direnip, tümüyle statükodan yana ve tümüyle değişime karşı bir tavır takınmakta ısrar edecek. "Türkiye'yi karış karış dolaşıp, hayırda hayır vardır." diye sloganlar atacaklarmış. Kendini 12 Eylül ile bu kadar özdeşleştiren bir parti kitlelere, "daha iyisini" arzulayanlara ne cevap verecek acaba? Değişim ve dönüşüm iradesinden çok uzak, sadece sığ bir "AK Parti karşıtlığı" halkın beklentilerini doyurmaya yetecek mi? Öyle görünüyor ki, referandumdan sonra, faturanın büyüğü CHP'ye kesilecek.
Milliyetçi-muhafazakâr bir tabandan oy alan MHP referandumdaki "Hayır" tavrıyla, özellikle muhafazakâr kesimle derin bir çelişki yaşayacak. Paketin içeriğinden ziyade, referandumu "AKP'ye evet ya da hayır"a dönüştürmeye çalışacak. Çünkü içerik itibarıyla, MHP'li seçmene sıcak gelecek değişiklikler söz konusu. MHP tabanı da, yüksek yargının vesayetçi tavrına karşı. Başörtüsü davasında iptal kararı veren Anayasa Mahkemesi'nin yapısı değişiyor. HSYK'nın üzerinde yüksek yargının egemenliği kırılıyor. Anadolu'nun dört bir yanında görev yapan hâkim ve savcılar oy kullanarak HSYK'ya 10 üye seçecek. Bu 10 kişi, Yargıtay ya da Danıştay üyesi olmayan, birinci sınıfa ayrılmış 4 bin 500 hâkim ya da savcı arasından seçilecek. MHP, referandumu, ancak, "AK Parti'ye hayır"a dönüştürürse, tabanını tutabilecek.
CHP ile MHP arasında sadece rasyonalizasyon biçimi açısından farklar var. Ama hemen her konuda tamamen aynı safta yer alıyorlar ve tüm varlıklarıyla demokratikleşme yönündeki her değişime karşı çıkıyorlar. Her iki parti tabanının da bu karşı koyuşta iki nedeni var: Bunlardan biri ideolojik... Devletin zayıflamamasını istiyorlar. İkinci neden ise sınıfsal: AKP tabanının güçlenmesinden ekonomik ve sosyal açıdan rahatsız oluyorlar. Ancak bu ittifakın iç dinamiklerine indiğimizde ortaya ilginç bir kopukluk çıkıyor. Çünkü 'devlet' MHP tabanı için Türklüğü ifade ederken, CHP tabanı için laikliğin koruyucusu olarak belirginleşiyor.
VESAYETİ SAVUNMAK SİZE Mİ KALDI?
En şaşırtıcı ve üzücü olanı BDP. CHP ve MHP ile aynı safta "Kemalist rejimin" savunuculuğunu üstlenmek, defalarca kapattırılan bir Kürt partisine mi düşecekti? Bu düzenin en çok ezdiği insanların "temsilcisi" olmaya soyunan bir parti, 12 Eylül anayasasındaki değişikliklere böylesine canhıraş bir şekilde karşı çıkıp CHP ve MHP ile birlikte "tutucu" cephenin yoldaşı mı olacaktı? Tavırlarını anlayabilmekte zorlanıyor insan. "AKP bizimle konuşmadı, onun için AKP'nin hazırladığı anayasa değişikliğine karşıyız" türünden çocukça bir mazeret, böylesine önemli bir kavşakta benimsenen "tutuculuğu ve rejim yandaşlığını" öyle kolayından mazur göstermezler. Evet, bu değişiklikler yetersiz ama bu "değişiklikleri" önlediğinizde bunun yerine daha iyisini koyamıyorsanız, o zaman bu değişime niye karşı çıkıyorsunuz, bu değişimin hangi maddesi "ezilen" insanların aleyhine?
Sonuç olarak hangi parti olursa olsun, birçok alanda özgürleşme getiren bir anayasa değişikliğine "hayır" diyerek toplumla buluşmak zor. Çiftçisinden ev hanımına, işadamından bürokratına, memurundan işçisine kadar herkesi ilgilendiren önümüzdeki 12 Eylül referandumu, partiler ve ideolojiler üstü bir konumdadır. Türkiye'nin demokratikleşmesi, Avrupa Birliği kriterlerine tam uyumu, üstünlerin hukukunun değil hukukun üstün olduğu bir düzene sahip olması, sadece AKP'nin hedefi olmamalı. Keşke CHP de BDP de bu yolda bu hedefe yönelseler. İktidarların değişmesinin Türkiye'nin değişmesine yetmediğini keşke artık anlamış olsalar. "Hayır"ı savunma kararı verenleri Anayasa Mahkemesi'ne havale etmekten başka bir şey yapılması gerekmiyor. Bu süreçte CHP ile YARSAV'ın birlikteliği herhalde "Siyasal ayıp" olarak tarihimize geçecektir.
Anayasa Mahkemesi CHP'nin iptal talebini incelerken "Esas"a girip Anayasa'yı yok saymış olsa da Kemalist rejimin paniklediği bir dönemde bu anayasa değişiklikleri çok önemli bir adım. Bu değişikliklerden herkes, bilhassa bütün "ezilenler" yararlanacak. Böylesine hayati bir dönemeçte "AKP'yi tek ölçü olarak" alıp bütün politikasını AKP'ye göre ayarlama sığlığı, "ezilen" insanlara bir fayda sağlamaz. Her ırktan, her dinden, her mezhepten, her meşrepten demokrat güçlerin bulduğu "yetmez ama evet" sloganı, durumu ve izlenecek yolu çok açık gösteriyor. Türkiye, askerî vesayet düzenini tasfiye ediyor ve bu tasfiye süreci ile birlikte toplumun demokratik sorumluluk bilinci de kendiliğinden yükseliyor. Evet, Türkiye, Kemalist modernleşmeden çıkıp, kendisiyle barışık ve normalleşen demokratik modernleşmeye geçiyor.
Zaman