“Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab (Kur'ân)ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma. Biz, herbiriniz için bir şeriat ve yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir.”
Ayeti şöyle anlamak gerekir: Allah dileseydi, bütün insanlara tek bir kitap, tek bir din gönderirdi, daha sonra gelen bütün peygamberlere aynı kitaba, aynı şeraite bağlı kalmalarını isterdi. Böyle bir durumda, bütün insanlık tek bir ümmet, tek bir millet olurdu.
Ancak, İlahî hikmet gereği, her zamanın kendine mahsus şartları doğrultusunda ayrı sahifeler, ayrı kitaplar ve ayrı şeriatler önermiştir. Dinler ayrı olunca, onların hükümleri de farklılık göstermiştir. İslam’dan öncesi kitapların ve peygamberlerin belli bir kavme, belli bir topluluğa hitap ettiği bilinmektedir.
Kur’an ise, bütün insanlığın din kaynağı olarak gönderilen tek kitaptır. Bunun anlamı şudur: Artık, bütün dinlerin değişmez iman esaslarını, evrensel boyuttaki ahlakî ve hukukî değerlerini ihtiva eden bir kitap vardı. O halde, meriyete girmiş olan ve diğer dinlerdeki prensipleri de kapsayan Kur’an’ın hükmünün geçerli olduğunu düşünmekte herhangi bir ilmî, aklî sakınca yoktur.
İlgili Ayeti Elmalılı Hamdi Yazır şöyle tefsir eder:
Ey Muhammed asıl kitabı, o kâmil kitap olan Kur'ân'ı da hakkıyla hakka yakın olarak yani hakkın mânâsı, hakkın vasıtası, hak inzal ile sana indirdik, kitap cinsinden, Allah katından indirilmiş kitaplar cümlesinden önünde bulunanı tasdik edici ve onun üzerine müheymin, yani diğer kitaplar üzerine emin bir nezaretçi ve şahit, kontrolcü ve hâkim olmak üzere hakkıyle indirdik. Ki bu kitap hem müheymin (koruyucu) olan Allah Teâlâ'nın bizzat muhafazası altında olarak bozulma ve tahriften masun (dokunulmaz olarak) kalacak. Hem diğer kitapların amel edilmesi gerekli olarak içermiş oldukları doğru hükümleri kaybolma ve bozulmadan koruyacak, şâhitliğiyle hakikatleri düzeltecek ve bozukları iptal edecek ve bunun tasdikinden geçmeyen yahut buna aykırı olan diğer kitaplar ve geçmiş şeriatlerin hükümleriyle amel etmek caiz olmayacaktır. Bu kitap onlar üzerinde tasdik ve teyidine başvuruda bulunulacak emin bir merci, bir koruyucu ve murâkıb, bir hak şahid olacaktır .Ve artık Tevrat veya İncil ile hükmün mutlak olması da bununla mukayyed bulunacaktır.
Şu halde sen, onlar, o sana gelenler arasında her kim olursa olsun Allah'ın hak ile indirdiği Kitap ile hükmet, sana gelen haktan saparak onların isteklerine, eğri arzularına uyma. Zira arzulara uyulmamak için sizden her birine yani siz İslâm ümmetinden yahut siz ümmetlerden her birinize, biz bir şir'a, hak maksûda götürür özel birer yol ve bir minhâc, yani bütün o yolları içine alan umûmî bir cadde, açık bir yol tayin ettik.
ŞİR'A, ŞERİA, MEŞRAA, asıl lugatta bir ırmak veya herhangi bir su kaynağından su içmek veya almak için gidilen yol demektir. Bunda insanların ebedî hayata ve gerçek saadete ermesi için Allah Teâlâ'nın koyup teklif ettiği özel hükümlere ve doğru yola istiâre yoluyla isim verilmiştir ki din demektir. Ya kapalı bir şeyi yarıp açmak, beyan ve açıklamak mânâsına "şeraa" masdarından veya bir şeye girmek mânâsına "şuru' "dan alınmıştır. Birincisi şâria (yol göstericiye), ikincisi sâlike (yola girene) göre münasebeti demek olur.
Minhâc da, vâzıh, açık yol demektir. Şir'a Fransızca "procede", minhâc da "methode" kelimeleriyle terceme olunabilir. Bazıları şir'a ile minhâcın bir mânâdan ibaret olup tekit için tekrar edildiğine ve her ikisinden de maksadın "din" demek olduğuna kâni olmuşlardır. Diğerleri ise aralarını ayırmışlar ve demişler ki, şir'a mutlak şeriatten, tarikat da mekârim-i şeriat (şeriâtın kıymetleri)ten ibarettir. Minhâcdan maksad budur. Şu halde şeriat önce, tarikat sonradır demişler. Müberred, "şir'a tarikın (yolun) başlangıcı, minhâc da devamlı tarik (yol)tir" demiştir. İbnü Enbârî de, şir'a o tariktir ki, bazan açık ve bazan kapalı olabilir; minhâc ise her halde açık olur, demiştir. Gerçek budur ki, âyette şir'a ve minhâc bir mânâdan ibaret değildir. Şir'a, zamanların ve zeminlerin, ahvâl (durumlar)in değişmesiyle değişebilen dinin fürûu (dalları); minhâc da daima sabit, açık ve devamlı olan dinin asıllarıdır ki, şir'a bunun şubeleri ve çeşitleri demektir. Her milletin mensub olduğu peygambere indirilen özel hükümler birer şir'a; Allah'a, peygamberlere, ahirete iman gibi bunların hepsinin müşterek ve birlik oldukları usul (asıllar) da minhâcdır.
Bu iki durum dolayısıyladır ki bazen peygamber ve şeriatların ihtilaf noktasını, bazan da, "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat (hukuk düzeni) yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" (Şûrâ, 42/13) âyeti gibi ittifak noktasını gösteren âyetler görürüz. Nitekim burada da önce birbirlerinin izlerinden gönderilen peygamberlerin ve kitapların sonrakileri öndekilerini tasdik ettikleri, ikinci olarak bu devamlılık ve tasdik içinde şerîatların ve ümmetlerin çeşitli oldukları açıklanmıştır. Bunun birisi "Peygamberlerden hiç birinin arasını ayırmayız" (Bakara, 2/285), birisi de, "Biz, peygamberlerden kimini kiminden üstün kıldık" (Bakara, 2/253) âyeti dolayısıyladır. İncil'in, önündeki Tevrat'ı; Kur'ân'ın, önündeki Tevrat, İncil, bütün kitap cinsini tasdik edici ve birini diğerinden derecelerine göre temâyüz edici olarak indiklerini açıkladıktan sonra, bu âyet bize gösteriyor ki, geçmiş ve şimdiki ümmetlerden çeşitli ümmetlere, nefsani arzularına uymamaları için önce hallerine münasip birer şir'a ve minhâc verilmiştir. Mesela Hz. Musa'dan İsa'nın gönderilmesine kadar olan ümmetin şir'ası Tevrat'ta ve İsa'nın gönderilmesinden Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderilmesine kadar olan ümmetin şir'ası İncil'de, Muhammed Aleyhiselâm'ın gönderilmesinden itibaren mevcut olan ümmetin şir'ası da Kur'ân'dadır. Ve bütün bu şir'aların birlik ve sona erici oldukları bir küllî minhacı (yolu) vardır ki, bunda hepsi müşterektir ve bu Kur'ân'dadır.
Bu şekilde Kur'ân, İslâm dini, Muhammed (asv)'e ait şeriat, her kitabın, her şeriatın esasını ihtiva eden ve mevcut olan her ümmetin hareketlerine hakim ve rehber olacak şir'asını toplayıcı olan bir hak yoldur. "O, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kıldı." (En'âm, 6/165). Şu halde hükmün, herkesin keyfine ve arzusuna uymakla değil, Allah'ın indirdiği şir'a ve minhâc ile olması vaciptir. Mademki Allah çeşitli zamanlarda, çeşitli ümmetlere bir istifâ (seçim) ve gelişme silsilesi ile birer şir'a ve minhâc göndermiş ve sonra gelen önce geleni tasdik edici ve hakim kılmıştır. O halde sonra gelen şeriatın ortaya çıkmasından itibaren önce gelen şeriât ümmetinin de şeriati olduğunda, yani yahudilerin hıristiyanlığı ve her ikisinin İslâm'ı tanımaları gerektiğinde şüphe yoksa da önce gelen şeriat, sonra gelmiş olan ümmetin de şeriatı mıdır, değil midir? Âlimler, Fıkıh Usulü ilminde ve bu âyetin tefsirinde bunu bahis konusu etmişlerdir. Bir kısım, mademki bu açıklandığı üzere her ümmete bir şeriat tahsis olunmuştur; o halde önce gelmiş olan şeriat, sonra gelmiş olan ümmetin şeriatı değildir. Ve şu halde "bizden öncekilerin şeriatı, bizim şeriatımız" değildir, demişler. Diğer bir kısmı ise: "Bizden önceki ümmetin şeriati, bizim de şeriatımızdır; fakat mutlaka değil, mensûh olmamak (hükmü kaldırılmamış olması) şartıyla" demişlerdir.
Buna göre İncil veya İsa'nın sünneti ile hükmü kaldırılmamış olan Tevrat hükümleri Hristiyanların da şeriatı olduğu gibi, Kur'ân ve Muhammed Aleyhisselâm'ın sünneti ile hükmü kaldırılmamış olan Tevrat ve İncil'in hükümleri müslümanların da şeriatı demektir. Ve şu halde hükmü kaldırılmamış olan, yani İslâm'a ait nasslara aykırı olmayan Yahudi ve Hristiyan hükümleri ile Müslümanların amel etmesi caiz olacaktır. Fakat gerçek şudur ki yan "bizden önceki ümmetlerin şeriati bizim de şeriatimizdir; fakat mutlak olarak değil, Allah'ın kitabında ve Resulünün sünnette nakletmiş olması şartıyla". Şu halde hükmü kaldırılmamış olmak, aykırı bulunmamak yeterli değil; Kur'ân'ın ve Peygamber'in tasdikinden geçmiş olması da şarttır. Bu şekildedir ki, geçmiş şeriatler, bizim şeriatimizden bir parçadır ve bizim şeriatimiz, hepsini içermektedir. Bunun için Kur'ân'ın, geçmiş ümmetler, Tevrat ve İncil hakkında naklettiği kıssaları ve hükümleri onlardaki açıklamalara göre değil, Kur'ân'ın ifadesine ve Resulullah'ın beyanına göre anlamak gerektiği gibi; "Kur'ân'da filan hüküm, Yahudi veya Hristiyan veya diğerleri hakkındadır. Mesela yahudilere aittir, şu halde biz Müslümanların şeriati değildir" demekle de kalmamalıdır. İşte Allah böyle her ümmete bir şeriat vermiş ve onların hepsini de Muhammed ümmetine tahsis ettiği şeriatte "önündekini tasdik edici ve ona şahit olarak" hakkıyla nazil olan bu en mükemmel kitap ile minhâc (şeriat)ı İslâm'da toplamıştır.
Ey insanlar, ey çeşitli ümmetler Allah dileseydi sizi, önce gelen sonra gelen hepinizi, insanlığın başlangıcında olduğu gibi, bir ümmet kılardı da, beşer tarihi silsilesinde çeşitli ümmetler yaratmaz, birçok peygamber, birçok şeriat göndermezdi. Bütün insanlar, hayvan çeşitlerinin her birinde olduğu gibi devamlı, yeknasak (bitiveye) bir hayat içinde geçer giderdi.
Fakat böyle yapmadı ve öyle dilemedi de, birçok ümmetler ve zamanlarına, hallerine göre çeşitli şeriatler yaptı. Yaptı da önce yok iken Musa ile Tevrat ehlini ve ondan sonra İsa ile İncil ehlini ve en sonunda Muhammed (s.a.v.) ile Kur'ân ehlini yarattı ve her birinize bir şir'a ve minhac (yol) verdi ki her birinizi, size vermiş olduğu şeriatler hakkında da denesin, tecrübe yolundan geçirsin de o minhâc (yol) üzerinde yarış yaptırsın. Şu halde siz de hep hayır işlere, sonucu en güzel olan şeylere koşunuz, yarış ediniz de nefse ait arzularınıza, keyiflerinize uyup kalmayınız ve bu doğru yolda fikir ayrılığına girmeyiniz. Zira bugün ihtilaf ederseniz, yarın dönüşünüz bütün Allah'adır. O, hakkında ihtilaf ettiklerinizi size haber verir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet