İNSANLIK TARİHİNDE MEDENİYET KAVRAMININ GELİŞİMİ
Medeniyetin kaynağı ile ilgili genel felsefî yaklaşımlar daha çok olayın mülk yönü ya da maddî âlemle ilgili bağlantılarını ortaya koyarken, gelişimindeki arka plan çoğunlukla fark edilmemektedir. Medeniyetlerin ortaya çıkış sürecinde sebep sonuç bağlantıları ile birlikte varlığın başlangıcından itibaren (Büyük Patlama) devam eden bütünün gözetildiği üst düzey kontrol (İlâhî kontrol) de nazara alınmalıdır. Varlığın ontolojik tanımlanması, çoğunlukla maddî planda ve yatay bağlantılar ile kurgulanmakta, bu da gerek bilimin gerekse bilim felsefesinin varlık ve yaratıcı bağlantısından uzak bir varlık algısı kurgulamasına yol açmaktadır. Bu yaklaşıma bilimsel denmekle birlikte, aslında bu doğrultu, bilimin, eşyanın hakikatinden uzaklaşması sonucunu doğurmaktadır. Bu anlamda bütün kavramları ve bir kavram olarak medeniyeti, doğru bağlantılar ile ele almak, varlığın gerçekliği ile daha uyumlu ve aslında daha bilimsel bir bakış açısı olacaktır. Bilimsellik adına varlığın gerçekliğinden uzaklaşmak bilimin hedefleri açısından tam bir çelişki hali olacaktır.
‘Medeniyeti şekillendiren en önemli unsurlardan biri teknolojidir. Teknoloji, bilimin pratik hayata yansıyan sonuçları şeklinde algılanabilir. Bu yönüyle de günlük yaşantıyı yakından ilgilendiriyor ve hayat şekillerini değiştiriyor; hatta günümüzde teknolojinin bu fonksiyonu iklim, kültür gibi kavramların bile önüne geçmiştir.
İbni Haldun’un dünyayı yedi iklim bölgesine ayırarak o bölgelerin coğrafî özelliklerinin ahlâk ve medeniyet üzerine etkilerini ortaya koyduğu bilinmektedir.1 Bugün orada anlatılanların kısmen önemi azalmış ve teknolojinin akıl almaz bir hızla gelişimi, dünyayı adeta bir köy haline getirmiştir. Herkesin evinden bütün dünyaya açılan pencereler, binlerce kilometre uzakta yaşayan insanları yan komşu haline getirmiştir. Bunun sonucu olarak medeniyetlerin şekillenmesinde teknoloji, önemli bir rol üstlenmeye başlamış, iklim, coğrafya, kültür gibi unsurlar ikinci plana inmiştir. Küreselleşme kavramının daha sık kullanılması, artık neredeyse coğrafi sınırların bile kalkacağı bütün dünyanın ortak bir kültür ve medeniyete doğru adım adım ilerlediğinin işareti olarak kabul edilebilir. Yani dünya yavaş yavaş tek bir medeniyete ve ortak bir kültüre doğru ilerlemektedir.’ 1
MEDENİYETİN BAĞLANTILI OLDUĞU KAVRAMLAR
Aslında medeniyetin iklim, kültür, coğrafya, teknoloji gibi unsurların hangisinden etkilendiği konusu, mülk dairesinde bir değerlendirmedir. Medeniyet konusunda göz ardı edilen önemli bir konu, tevhid nazarıyla/harfî bakış ile algılandığında ortaya çıkan tablodur. “Medeniyet kimin eseri?” sorusunun cevabında insanlık ve insanlar akla gelir. İnsanlığın geldiği nokta, insanoğlunun üstünlüğü, aklın ve bilimin gücü gibi konular gündeme gelir. Avamın nazarında çiçek, böcek ya da dağın oluşumunda İlâhî bir gücün işleyişi nazara alınırken; bir araba, uçak, bilgisayar ya da gökdelenin oluşumunda, ön planda insan ve insanlık vardır. Teknolojik ürünler ve bununla bağlantılı olarak ortaya çıkan medeniyet, insanlığın kolektif şuurunun, topyekûn insanlığın ürünü olarak algılanır. Zaman zaman da İlâhî kudret ile insanlığın gücü mukayese edilmeye kalkışılır. Meselâ, camide vaaz veren bir hoca sözünün ulaşacağı noktayı bilmeden, “İnsanlar, uçağı yapıp uçurabilirler; ancak bir sinek büyüklüğünde yapsınlar da görelim” derken İlâhî kudreti nasıl tezyif ettiğinin muhtemeldir ki farkında değildir. Bu bakış açısında teknolojik ürünler insana, biyolojik canlılar da kudret-i İlâhiyeye verilmektedir. Böylece, Allah’ın iradesi vehmî bir şekilde sınırlandırılmaktadır. Bediüzzaman, bu gibi durumları nazara alarak, “...dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar.” 2 der. Bu durumda iradenin sadece cüz’î oluşu nazara alınmakta, garazî, vehmî ve itibarî oluşu göz ardı edilmektedir. İradenin sadece “cüz’î” oluşu dikkate alınıp diğer özellikleri göz ardı edilirse, gerçek konumunun çok üstünde bir mahiyet kazanmaktadır. İnsana ait işlem alanı, belki elinin yetişebildiği yer kadar, aslında o kadar bile yokken bazen insan, bütün dünyayı, hatta kâinatı etkilediğini düşünebilmektedir.
İNSAN VE MEDENİYET
İnsan, mükemmel işleyen bir silsilenin sonucu olan kâinatın geçirdiği bütün safhalarla bağlantılı ve her safhada oluşumuna yönelik hazırlıklar yapılmış bir canlıdır. Tek hücrenin bölünüp, çoğalıp, değişerek trilyonlarca hücre haline dönüşmesiyle şekillenmiştir; ancak, insan, düşüncelerinin, duygularının, algılarının ve beden fonksiyonlarının hepsine sahiplenme ve bunu ifade eden “ben”lik duygusu taşımaktadır.
Hangi alana kadar kendi işleyişi olduğu, hangi alandan sonra kendi dışında cereyan ettiği konusu, aslında duygu ve düşünce planında bile net değildir. Sosyal hayattaki organizasyon, farklı alanlar ve farklı bölgelerdeki kişilerin ayrı ayrı iradelerinin, muhteşem bir uyumla bir araya getirilmesi, bir üst tanzimi gerekli kılmaktadır. Tek kaynaklı olmayan farklı oluşumlar ya da gelişimlerin birbiriyle uyumlu olabilmesinin mümkün olmadığı düşünülürse, kâinat gibi mükemmel bir organizasyonun ayrı alanlardaki farklı gelişimlerin birleşimiyle oluşabilmesinin de mümkün olmayacağı açıkça ortaya çıkacaktır. Muhteşem bir ahengin varlık lisanıyla ve kâinat orkestrası tarzında icrası, bir orkestra yöneticisi olmaksızın icra edilemez. O halde hiçbir teknolojik ürün, tek insanın bilgi ve iradesinin kullanılmasından kaynaklanmamaktadır. İnsanlık tarihinde hiçbir insan, -dâhîler de dahil olmak üzere- herhangi bir teknolojik ürünün bütününü kuşatabilecek bilgi ve beceriye sahip olmamıştır. Meselâ, bir cep telefonu veya bilgisayarı baştan sona bütün detayları ile bilen ve bu bilgisi ile her detayını yapıp baştan sona imal edebilecek hiçbir şahıs yoktur. Garip bir organizasyonla, akıl almaz bağlantılarla, sanki her şeyin gerisinde işleyen gizli bir el varmış gibi, bütünü tamamlayan ayrı ayrı parçalar bir araya getirilir. Biri elektriği keşfetmiştir, biri dijital sistemlerle çalışan devreleri, mikroçipleri oluşturmuştur, biri fiberoptik kabloları, bir diğeri elektromanyetik dalgaları bulmuş ve bunların ihtiyaca göre bir araya getirilmesi ile teknoloji ağacının meyveleri oluşmuştur. Arz-talep etkileşimlerinden kaynaklanan ve fıtrî bir süreç içinde gerçekleşiyor gibi gözlenen bu durumu, varlığın iç dinamiklerine vermekle de izah mümkün görünmemektedir. Eşyanın bütününde ve küçük alanlarda muhteşem bir organizasyon, her safhada hissedilmektedir. Organizasyonun mükemmelliği ise, bütünde çok belirgin hissedilip, sebep ve sonuç bağlantıları daha zayıflamaktadır.
BÜTÜNCÜL BİR BAKIŞ İLE MEDENİYET ALGISI
Yerel bakışların ya da kartezyen tariflerin yanında bütüncül ya da holistik bakış ile bütüne bakmak, varlığı daha sağlıklı anlamamıza imkân sağlayacaktır. “Evet, sırr-ı vahdetle kâinatın kemâlâtı tahakkuk eder. Ve mevcudatın ulvî vazifeleri anlaşılır. Ve mahlûkatın netice-i hilkatleri takarrur eder. Ve masnuatın kıymetleri bilinir. Ve bu âlemdeki makasıd-ı İlâhiyye vücud bulur. Ve zîhayat ve zîşuurların hikmet-i hilkatları ve sırr-ı îcadları tezahür eder. Ve bu dehşet-engiz tahavvülât içinde kahhârâne fırtınaların hiddetli, ekşi simaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri görünür. Ve fenâ ve zevalde kaybolan mevcudatın neticeleri ve hüviyetleri ve mahiyetleri ve ruhları ve tesbihatları gibi çok vücudları kendilerine bedel âlem-i şehadette bırakıp sonra gittikleri bilinir. Ve kâinat baştan başa gayet mânidar bir kitab-ı Samedânî ve mevcudat ferşten arşa kadar gayet mu’cîzane bir mecmua-i mektubat-ı Sübhaniye ve mahlûkatın bütün taifeleri gayet muntazam ve muhteşem bir ordu-yu Rabbânî ve masnuatın bütün kabileleri mikroptan, karıncadan tâ gergedana, tâ kartallara, tâ seyyârâta kadar Sultan-ı Ezelînin gayet vazifeperver memurları olduğu bilinmesi ve her şey, aynadarlık ve intisap cihetiyle binler derece kıymet-i şahsiyesinden daha yüksek kıymet almaları ve ‘Seyl-i mevcudat ve kafile-i mahlûkat nereden geliyor ve nereye gidecek ve niçin gelmişler ve ne yapıyorlar?’ diye halledilmeyen tılsımlı suallerin mânâları ona inkişaf etmesi, ancak ve ancak sırr-ı tevhid iledir. Yoksa, kâinatın bu mezkûr yüksek kemâlâtları sönecek ve o ulvî ve kudsî hakikatleri zıtlarına inkılâp edecek.” 3
Bediüzzaman’ın vurguladığı bu hale en fazla maruz kalan unsurlar, teknolojik ürünler ve medeniyet olarak önümüze çıkmaktadır. Bunların ortaya çıkışının yalnızca “iktiran” ile yakınında bulunan sebeplerle irtibatlandırılması “ayinedarlık ve intisap ciheti”ni gölgelemektedir. Bugün insanlığın refahına hizmet eden teknolojik ürünler bilim, bilim adamı, sanayi, madencilik, emek gibi kavramlarla irtibatlandırılıp İlâhî kudretle bağlantıları çoğu zaman göz ardı edilmektedir. Bu, kendini inançlı olarak tanımlayan fertler için de karşımıza çıkan bir problemdir. Bu problemin çözümü ise bütüncül bakış ya da tevhidî nazar ile olmalıdır. Bu, eşyanın kesretinden çıkıp onun içinde boğulmamaya bir vesiledir. Meselâ, cep telefonu ile üretici firma ve elektronikçilerin geldiği akıl almaz nokta akla gelirken, kâinatta yaratılan ilk ortam ve ardından yaşanan birbirini tamamlayıcı silsilelerin sonucu ve ürünü olan bir cep telefonu kavramını da nazara almak gereklidir. Aksi takdirde muhteşem bir varlık ağacı olan kâinatın cep telefonu şeklindeki meyvesinin yalnızca ağacın bir veya iki dalı ile irtibatı algılanacak, hem havada kalacak hem de bu muhteşem ağacı görebilme şansı kalmayacaktır.
Topraktan minerallerin bir araya getirilerek harika yaprakları netice vermesi, fıtrî bir süreç olarak gözlenip İlâhî kudretle daha rahat irtibatlandırılırken, aynı minarellerin bir otomobilin, bir uçağın ya da uzay mekiklerinin kaportası haline dönüşümü yalnızca insan, bilim ve teknoloji ile irtibatlı olarak algılanacaktır. Oysa ağacın içindeki yapraklara su taşıyan kanallar ile yeryüzünün pek çok yerine yayılmış uçaklar, otomobiller ve gemilere petrol taşıyan kanallar arasında garip bir benzerlik vardır. Toprak ve yeryüzü arasında işleyen bir el, kimi zaman topraktan rengârenk yaprakları dokurken, kimi zaman renk renk otomobil kaportaları dokur. Küçücük yumurtalardan sinekler ve kelebekler imal ederken, fabrikalarda uçaklar ve uzay mekikleri üretir. Bunların hepsinin hesabı da varlığın başlangıcında, belki ilk atomda yapılmış olmalıdır. Sinekle uçak arasındaki oluşum farkı, araya irade sahibi olan insanların girmiş olmasıdır. Oysa insanlar da ayrı işleyişin ürünü tek hücreden trilyonlarca hücre haline dönüştürülmüş ve hayatı kâinatın genel işleyişi içinde dönen çarklara bağlı olarak yürütülen bir varlıktır. Beyninin ve bedeninin işleyişi tamamen kendi kontrolünün dışında, istekleri ve talepleri küllî bir irade tarafından değerlendirildikten sonra fiilleri şekillenen bir varlıktır.
Her bir fiilinde işleyen çok komplike mekanizmaların pek çoğunu henüz bilmemektedir. Üstelik zerreler düzeyinde bakıldığında en küçük fiili bütün kâinatla ve kâinatın başlangıçtan bugüne geçirdiği bütün sayfalar ile alâkadardır.
Bütün bunlar göz önünde alındığında, çiçeklerin, böceklerin, gezegenlerin yaratılması kadar teknoloji ve medeniyetin yaratılması da İlâhî bir kudretin eseri olmalıdır. Bir roketin muhteşem bir nizam içinde uzaya hareketi, bir gülün açısından “bir kitab-ı Samedani” “bir mecmua-i mektubat-ı Sübhaniye” olmak yönüyle daha geri kalmaz. Kanımızda dolaşan eritrositler kadar otobandaki TIRlar ve kamyonlar da Rahmanî bir tecelliye işaret ederler. Vücudumuzun savunmasında rol alan lökositler kadar modern silâhlarla donanmış ordular da Celal ve Kahhar’a işaret ederler.
Kısacası, medeniyet ve teknoloji, kâinatın bütün zerrelerini ve tamamını yaratan kudret-i İlâhiye’nin eseridir ve O’na, O’nun isimlerinin güzelliklerine işaret eden unsurlardır. Evinizdeki televizyona bu nazarla baktığınızda Rabb-i Rahim’i size anlatan munis bir alet olur. İçindekileri değil, televizyonun lisan-ı halini dinlemek gereklidir. Bu, bir tür bakış açısı ve medeniyet zemini oluşturacaktır.
‘Dinî, ilmî ve tefekkürî süreç sonunda bir kültürün ulaştığı duruma “küllîleşme” demekteyiz. Buna göre medeniyeti, küllîleşmiş bir kültür olarak tarif edebiliriz; ancak, bu tarifimiz, medeniyetin üç önemli unsuru olarak gördüğümüz din, bilim ve düşüncenin medeniyetleşme sürecindeki katkılarını dile getirmemektedir. Bu açıdan bunların düşüncenin medeniyetleşme sürecindeki katkılarını kısaca şöyle ifade edebiliriz: 1. Din, bir kültürde küllî değerler sistemi getirerek yol gösterici olma durumundadır; 2. Teknolojiyi de buraya dahil edebileceğimiz bilim, o kültürün âleme ve insana bakışını öznel çerçevesinden çıkarıp nesneleri oldukları gibi anlama çabasına sürüklemektedir; 3. Düşünce ise kültür içindeki bütün birikimlerin küllî bir şekilde değerlendirmesini temin ederek bu değerlendirme çerçevesinde bir âlem anlayışına (dünya görüşü) götürmektedir.
Medeniyetlerin, bu şekilde dinî, ilmî ve felsefî faaliyetlerle küllîleşen kültürler olduğunu savunmamız, onların ancak bu tür faaliyetlerle ortaya çıkabileceklerini de savunduğumuzu gösterir. Diğer taraftan medeniyetlerin çöküşünün de ancak bu faaliyetlerin sönmesi ile olacağı sonucu mantıken buradan çıkarılabilir. O halde medeniyetler, tarih boyunca bu şekilde ortaya çıkıp çöke gelmişlerdir. Onların bu “ortaya çıkma” veya “doğma”sı ve sonra da “çökmesi”, tarih içinde bir zaman dilimi içerisinde gelip geçtiklerini gösterir. Bu yüzden tarih içinde sanki “kesintili” olarak ortaya çıktıklarını ve “devamlılık” arz etmediklerini dile getirmek istiyoruz. Halbuki tarih, kesintili değildir; yani kesintisiz olduğundan devamlılık arz etmektedir. Ancak meselâ bir Sümer veya Hitit veya Eskiçağ Yunan Medeniyetlerini ele alacak olursak bunların tarihte devam ettiklerini savunamayız. Bunlardan eserlerin geriye kalması ve bizlerde bunların izlerinin devam etmesi, tarihte devam ettikleri anlamına gelmez; şayet bunu savunan olursa o zaman şöyle sorabiliriz: Nerede bu medeniyetlerin insanları ve nerede bunların etkin ilmî ve kültürel faaliyetleri? Hatta bunların dilleri bile artık tarihe ölü dil olarak geçmişlerdir; ancak, bunların bulundukları kültür ve coğrafyada tarih devam etmiştir. O halde tarihte olan devamlılık ve kesintisizlik özelliği medeniyetlerde yoktur. Bu yüzdendir ki bazı tarih felsefecileri, toplumların yani medeniyetlerin doğup yükselip zaman içerisinde çöktüğünü tarihî bir olgu olarak değil de tabiî bir olay gibi yorumlamışlardır. Durum nasıl olursa olsun bizi burada ilgilendiren bu tür tartışmalardan ziyade İslâm medeniyetinin 20. yüzyıldaki durumunun bir değerlendirmesidir. Fakat zaman zaman bu tür felsefî konulara girmeden böyle bir değerlendirme yapamayacağımız açıktır. Bunu göz önünde bulundurarak konumuzu açmaya çalışacağız.
İnsanlığın düşünce tarihi, devamlı bir değişme halindedir. Bu değişme, hiçbir zaman belli bir noktada durmayacaktır. Tam aksine küllîleşme sürecine girmiş olan bir medeniyet büyür, gelişir, olgunlaşır ve ölebilir. Burada “ölebilir” ifadesini bir medeniyetin çökme olgusuna atfen kullanmaktayız. “Ölebilir” derken de bir imkânı ifade etmekteyiz, dolayısıyla medeniyetlerin mutlaka çökmesi gerektiğini dile getirmek istemiyoruz; çünkü, aşağıda da göstereceğimiz gibi medeniyetleri küllîleştiren faaliyetler, faal (dinamik) olarak kaldıkları sürece medeniyet çökmez. Burada ele aldığımız konu içerisinde birçok ayrıntı arz eden mesele gündeme gelmektedir. Bunları mümkün olduğu kadar kısa ve öz ifade ederek geçmek zorundayız. Bu açıdan konumuzu dağıtmadan tekrar medeniyetleşme konusuna dönelim.
İnsanlık tarihi, medeniyetlere ortamlık yapmıştır. Bu ortam içerisinde çok çeşitli kültürler doğmuş ve bunların ancak bazıları mahalli yönlerini aşarak cüz’îlikten kurtulmuş ve böylece medeniyet halini almıştır. Küllîleşme, medeniyetleşmenin bir ön şartı olduğuna göre, ancak küllî olma özelliğindeki faaliyetler bir kültürü medeniyetleştirebilir.
Bunlar da üç önemli olgudur: 1. Din; 2. Tefekkürî faaliyetler; 3. İlmî (bilimsel) faaliyetler. Bunlardan din, küllî kaideler ihtiva eden bir sistem olduğundan cemiyetin kültürünün o yönde oluşmasını temin edeceği açıktır. Bilim ise temelde insandan bağımsız olan konuları incelediğinden yapısı itibariyle küllîliğe açıktır. Tefekkür de küllî akıl ilkeleri ile olduğundan, sonuçları itibariyle aynı kapıya, değişik yollardan da olsa çıkaracaktır. Şimdi medeniyetin bu unsurlarının medeniyetleşme sürecine olan katkılarının ne olduğunu biraz açabiliriz.
Önce dini ele alınca iki ayrı olgu ile karşılaşmaktayız: Birincisi, hayatın her yönü ile ilgili genel, küllî ve mutlak ilkeler bütünlüğü ki bunlar vahiy ile verildiğinden bu olgu, tamamen İlâhîdir; ikincisi, bu ilkeler bütünlüğünün, çeşitli durumlarda yorumlanıp uygulanmasıdır ki bu da âlimler tarafından yapıldığından tamamen ilâhî temele oturtulan beşerî olgular bütünlüğüdür. Bu doğrultuda İslâm’ı ele alırsak, onun da hem ilâhî, hem de beşerî yönlerinin olduğunu gayet açık olarak görebiliriz. İslâm’ın ilâhî yönünü, sadece Kur’ân ve Kur’ân’a dayanan Sünnet oluşturmaktadır. Beşerî yönünü ise Ebu Hanife, Şafiî, Gazalî, Eş’arî, Maturidî, Farabî ve Razî gibi yüzlerce âlimin, Kur’ân ve Sünnet’e dayanarak geliştirdikleri dünya görüşü teşkil etmektedir ki bu geniş dünya görüşünü, bizim geleneksel olarak bildiğimiz fıkıh, kelâm, tefsir gibi ilimlerin meydana getirdiği bakış açısı temsil etmektedir. Hatta Sünnet’in bile tamamı vahiy mahsulü değildir. Peygamberimizin (asm) kendi şahsî içtihadı da İslâm’ın beşerî yönlerine dahildir; ancak, peygamberliğin beşerî katkısı ile vahiy yönü “girgin bir içiçelik” arz ettiğinden, Sünneti genel olarak ilâhî kabul etmekte bizce bir sakınca yoktur. Nitekim Peygamberimizin (asm) bu yönleri din açısından dünyaya ilişkin haller olarak belirlenmiştir.
İslâm’ın kaynak olarak İlâhî yönünü Kur’ân ve Sünnet ile sınırlandırınca beşerî yönünü de âlimlerin içtihadı olarak belirlersek, bu ikinci yönünü “İslâm Medeniyeti” diye rahatlıkla tanımlayabiliriz.
Böylece karşımıza iki türlü İslâm çıkacaktır: 1. Kaynak olarak İslâm (Kur’ân ve Sünnet); 2. Medeniyet olarak İslâm (âlimlerin yorumları ve şahsî görüşleri). Medeniyet olarak İslâm, Kur’ân ve Sünnet’ten kaynaklandığı için “Kaynak İslâm”dan koparılıp ayrı bir şekilde ele alınamazsa da uygulamadan doğan yorum ve görüş ayrılıklarını, burada dikkatle ve içtimaî-kültürel tarihî bağlamında ele almak zorundayız. Aksi halde İslâm’ın medeniyet olarak anlaşılması bile söz konusu olamaz. Nitekim bu yüzdendir ki burada böyle bir ayırımı yapma ihtiyacını duymaktayım. Bizce bu ayırım çok önemlidir. Çünkü şayet kaynak olarak İslâm inceleniyorsa, o zaman Kur’ân ve Sünnet’in doğru anlaşılıp anlaşılmadığı ve doğru yorumlanıp yorumlanmadığı söz konusu olabilir. Ancak medeniyet olarak İslâm eleştiriliyorsa, bu durumda nasslara değil, yorumlara ve bunların uygulanmasına yöneldiğimiz açıkça ortadadır. Medeniyet ortamına geçildiğinde, kaynak olarak İslâm olan İlâhî alandan beşerî alana geçmiş durumdayız.
Kaynak olarak İslâm, Kur’ân ve Sünnet olduğuna göre bunlar nass olarak esastırlar; küllî ve mutlaktırlar. Bunlar İlâhî yönden vahiyle geldiklerinden yanlış olmaları söz konusu olamaz. İslâm, medeniyet olarak ele alındığında ise, nassların yorumu söz konusudur. Diğer bir deyişle, İslâm medeniyeti, Kur’ân ve Sünnet’ten kaynaklandığından, bu, temelinden ayrıldığı halde onunla sadece çakışması söz konusu olabilir; ama özdeşliği ileri sürülemez. Burada medeniyet ile İslâm’ı karıştırmamak gerekir; ancak, din olarak İslâm ile medeniyet olarak İslâm, yoruma dayandıklarından bir medeniyet olarak İslâm medeniyeti ile din olarak İslâm’ın birçok ortak yönleri vardır. İslâm medeniyetinin temeli ise kaynak olarak İslâm, yani Kur’ân ve Sünnet’tir. Dikkat edilirse, din olarak İslâm; Kur’ân ve Sünnet’i içeren kaynak olarak İslâm ve bir de bunların daha geniş faaliyetler içerisinde yoğrulmasından oluşan medeniyet olarak İslâm şeklinde üçlü bir ayırımı gündeme getirmekteyiz. Bunların üçü de tarih içerisinde çok yakın bir ilişki içerisinde bulunmuşlardır; hatta bizzat uygulamada üçü de çok iç içe olmuşlardır. Bu, elbette ki yanlış değildir; ancak İslâm medeniyetini buradaki değerlendirmemizde esas alacağımızdan bizim için bu ayrım, konumuz açısından bir önem arz etmektedir. Bu üçlüden, sadece yukarıda belirtildiği gibi kaynak olarak İslâm, tarihsel özelliğe sahip değildir veya belli bir zaman diliminde vuku bulması hasebiyle ancak sınırlı bir tarihsel özelliğe sahiptir.’ 4
YENİ DÜNYA DÜZENİ VE MEDENİYET
Medeniyetlerin sınırları ile coğrafî sınırların günümüz dünyasında sun’î kaldığı noktası gerçekten üzerinde durulması gereken bir durum. Aslında coğrafî sınırların ötesine geçen bir yeni dünya düzeni ve medeniyet tanımı, her yönü ile İslâm coğrafyasının dünya genelinde kabulüne olumlu bir zemin hazırlayacaktır. Bu yaklaşım, Kur’ân medeniyetinin dünya genelinde kabulüne bir basamak olabilir.
Ferdin hayat serüveni sırasında tanımlamaya çalıştığı benlik, sosyal düzene topluluk kimliği şeklinde yansıyor. Irklar, kültürler, coğrafî farklılıklar birer sosyal benlik alanları şeklinde önümüze çıkıyor. Farklılaşma, yaşadığımız âlemin fıtrî bir sürecidir. Vücut bulan her şeyde bir farklılaşma ve kimlik oluşturma süreci gözlenmektedir. Bu canlı ve cansız bütün varlıklarda konumuyla bağlantılı bir şekilde hep vardır. Bütün varlıklar, fıtrî olarak bu farklılaşma sürecinin ardından bütünleşme ve organizasyon süreci yaşarlar.
Mülk boyutunda, kâinatın yaratılışı, gezegenler ve yıldızlarla galaksilerin oluşumu, dünyanın oluşumu ve dünyadaki bütün canlı bedenlerin vücuda gelmesi hep farklılaşmayı takip eden bütünleşmeler ve organize oluşlar şeklinde yaratılmaktadır. Dünya coğrafyasını oluşturan farklı ırklar, kültürler, millî kimlikler, coğrafyalar ve dinler bu farklılaşma sürecinin sosyal hayata yansıması olmalıdır. Aynı şekilde bu günlerde dünya gündeminin başlarında yer alan Avrupa Birliği ve küreselleşme gibi olaylar, sosyal hayatta artık farklılaşma sürecinin, yerini organize olma ve bütünleşme sürecine bıraktığının işaretleri olmalıdır.
Farklılaşma, aslında bir tür kimlik oluşturmadır. Kimliğini sağlam bir şekilde oluşturmuş ve özgüven kazanmış fertler, diyalog ve bütünleşmeye karşı olmayan, hatta bilâkis taraftar olan bir tavır sergilerken, kimliğini netleştiremeyen her unsur, diyaloglara kapalı, muhafazacı ve marjinalleşme eğiliminde bir tavır ortaya koyar. Diğer unsurlarla bir araya gelince kendi kimliğinin zarar göreceği veya kaybolacağı endişesi ile içe kapanmış ve kendi içinde tanımlanmış bir kimlik oluşturma eğilimindedir. Bu halin psikodinamik alt yapısında güvensizlik, kendinden emin olamama, benliğini zayıf görme gibi haller yatıyor olmalıdır. Oysa iyi tanımlanmış kimlikler, bir bütünün ve organizasyonun parçası olmaya aday ve kendi kimlikleri ile bütünün içinde yer alabilecek kadar kimliklerini netleştirmiş, kaybolma, bütün içinde yok olma endişesi taşımayan bir haldedirler. Kısacası, kimliğini iyi ve sağlıklı tanımlamış her unsur, artık diyalog ve bütünleşme şeklindeki fıtrî sürece adaydır. Bundan sonra, kaybolma ve yok olma endişeleri ile kendi alanını iyice belirginleştiren ve içe kapanan bir sürece girme ihtiyacı hissetmeyen sağlam bir benlik oluşturmanın verdiği emniyet hali vardır.
Dünya açısından düşünüldüğünde de artık bütünlük ve organize olma zamanının geldiği hissedilmektedir. Aslında yeryüzünde yaşayan her ferdin aradığı şey huzur, mutluluk, barış ve refah içinde bir dünya. Bu, Amerika’da, Afrika’da, Asya’da ve dünyanın her yerinde yaşayan fertlerin ortak arayışı. İnsanlık tarihi, “Sadece ben mutlu ve huzur içinde olayım” anlayışının beklenen sonuçları doğurmadığını ve bir ferdin mutluluğunun dünya genelindeki mutlulukla çok ilgili olduğunu ortaya koymaktadır. Dünya genelini nazara almayan yaklaşımlar çözüm getiremeyecek, menfaat çatışmalarını ve savaşları engelleyemeyecektir.
Dünya genelini nazara almadan sadece kendi refahınızı düşünmenin çözüm olmadığını, yaşanan olaylar açık bir şekilde ortaya koyuyor. Sistem ve dünya düzeni, bir bütün olarak ele alınmadığında ve bütünü nazara alan çözümler geliştirilmediğinde sıkıntılar tamamen ortadan kalkmıyor. Sistemin ve düzenin bütünlüğü içinde bir kısmın problemleri diğer kısmı da etkiliyor. Yaratılış gereği var olan bütün unsurlarda bir bedenleşme eğilimi ve beden olma istidadı hep gözleniyor. Bu da var olan her şeye kendi alanını tanımlamakla birlikte bir vücudun azası olma özelliğini yüklüyor. Şu dönemde yaşanan sıkıntıların temel kaynağında ise her azanın kendini bütünden ve vücuttan bağımsız şekilde tanımlama gayretleri olmalı.
Fert olarak ya da millet olarak mutluluğu gerçekten istiyorsanız dünya genelinin mutluluğunu hedeflemelisiniz. Benliğinizi ve ırk anlayışınızı bir yana bırakıp insanlık tanımı ile yeryüzünün bütünü ile ortak bir kimlik oluşturmalısınız. Bunun zemini kulluk olmalı. Daha da ötesi kâinatın geneli ile yaratılmışlar, yani mahlûkat anlamında ortak bir tanım ile bütünlüğü hissetmeli, içinde bulunduğunuz bütün tanım alanlarının her birinin bütünden parçalar olduğunu düşünmeli, benliğinizi ve etnik kimliğinizi bu bütünlükten bağımsız olarak tanımladığınızda hem kendinize, hem de bütüne zarar vereceğinizi unutmamalısınız.
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde ve dünyanın geldiği şartlar içinde, bütüncül (tevhid nazarı ile), her şeyin yaratıcısıyla irtibatının algılanır olduğu (mana-i harfi ile ortaya konan) bir varlık tarifine ihtiyaç çok şiddetlenmiştir. Bu varlık algısı ve tarifi içinde ele alınan medeniyet tanımı da gerek fertte ifade ettiği anlam, gerekse insanlığın ortak kavram dünyasında yansıması açısından çok olumlu sonuçlara vesile olacak gibidir. Bu, fizikçilerin rüyası olan ve Einstein’ın uğrunda ömrünü feda ettiği “Her Şeyin Teorisi” arayışının sosyal bilimlerdeki bir karşılığı gibidir.
DİPNOTLAR:
1. İbni Haldun, Mukaddime, C-I, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul 1982.
2. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1994, s. 181.
3. Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 17.
Risale-i Nur Enstitüsü