Bugünlerde maraz-ı müstevlî (bulaşıcı hastalık) sebebiyle hepimiz maske kullanıyoruz. Kalabalık ortamlara girmemeye gayret ediyoruz. Bedenimize gelebilecek bir hastalıktan korunmak için böyle yapıyoruz. Peki manevî hastalıklardan muhafaza olunmak için ne gibi tedbirler alıyoruz veya almalıyız?
Bu asır “maddiyyun bir asır” olduğu için hemen her zaman ve zeminde madde manadan evvel düşünülüyor maalesef. Her ne kadar manayı öncelemeyi başarabilen mesud bir azınlık varsa da asır maddiyyun olduğu için bu asrın çocuğu olan herkeste az veya çok bu madiyyunluk hastalığından etkileniyor.
Maddi hastalıklarımız için ivedilikle hastahanelere doktorlara başvuruyoruz lâkin manevi hastalıklarımız için acele çare bulmak derdinde değiliz çoğumuz.
Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat adlı eserinde siyaset için ilginç bir teşbihte bulunur. Bediüzzaman’ın o vakit “İstanbul siyaseti” olarak tabir ettiği siyaset ile bugünkü siyaset arasında ne kadar benzerlikler bulunduğu ehlince malumdur.
"Evet, İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz.” (Sünuhat s.335)
Kalb ve ruhların hastalığına en ziyade sebebiyet veren bu zamanda siyasettir. Kastamonu Lahikasında bunu aşağıdaki satırlarda okuyoruz:
“Evet, bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.” (Kastamonu Lahikası s.154)
Demek ki kalb ve ruhumuzu hastalıktan muhafaza etmek için en evvela takacağımız manevi maske siyasete karşı olmalı.
Elbette bu, olup bitenden haberdâr olmamak manasına gelmiyor lâkin tarafgirlik ile siyaseti takip etmek bazen şeytana rahmet okumak bazen de meleğe lanet okumak gibi acib bir hâli netice verebildiğini Emirdağ Lahikasından okuyoruz: “Hattâ en bedevî tâifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dahildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfuruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dahildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hâdisâtlar görünüyor. Hattâ, bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği; ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle senâ ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyaseti terkettim.” (Emirdağ Lahikası 2 s.560)
Tarafgirâne ve garazkarane bir tarzda siyaseti takip etmek ne denli vahim neticeler verdiğine dair Risale-i Nur Külliyatında daha çok parçalar var. Numune olarak bir kaçı ile iktifa edelim. Böyle dehşetli bir manevi hastalığa karşı kaç katlı bir maske bizi koruyabilir bilemiyorum. Hele ki hemen hemen herkesin tarafgirâne ve garazkarane ve hodfuruşane bir tarzda siyaseti takip ettiği bir zeminde muhafaza olunmak için hakikaten çok ciddi gayret göstermek ve bu büyük tehlikeye karşı müteyakkız olmak iktiza ediyor.
Siyasetten tecerrüd etmenin iman hakikatlerinin inkişafı için ne denli mühim olduğunu vurgulayan bu parça ile yazımızı tamamlayalım inşallah:
“Belki hizmet-i Kur'ân, beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten men ediyor. Şöyle ki:
Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur'ân'ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde, kàfile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor; düşerek, kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar. İşte bunlara karşı iki çare var:
· Birisi, topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.
· İkincisi, bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irâe etmektir.
Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki, o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de, bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, "Acaba nurla beni celb edip topuzla dövmek mi istiyor?" diye telâş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.
İşte, o bataklık ise, gafletkârâne ve dalâlet-pîşe olan sefîhâne hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalâletle telezzüz eden mütemerridlerdir.
İşte, ben de, nur-u Kur'ân'ı elde tutmak için, اَعُوذُبِاللّه مِنَ الشَّيطَانِ وَالسِّياَسَةِ deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elimle nura sarıldım. Gördüm ki, siyaset cereyanlarında, hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârâne telâkkiyatlarından müberrâ ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur'ân ve gösterilen envâr-ı Kur'âniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir—meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola!…
Elhamdü lillâh, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur'ân'ın elmas gibi hakikatlerini propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki, gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.” (Tarihçe-i Hayat s. 222-223)