Bir önceki yazımızda lahuti yolculuğun başlangıcına temas etmiştik. Bu lahuti yolculukta yolumuz sık sık Bediüzzaman’ın izleriyle buluşuyor, kesişiyor. Urfa’da medfun bulunduğu (sonradan naaşı oradan alınmıştır) yerde sabah namazını eda etmiştik. Gerçekten de refakatçi dostlarla birlikte hazirede gayet lahuti havalar teneffüs ettik. Gezimizde Adıyaman, Mardin ve Diyarbakır güzergahında devam ediyor. Urfa’da sadece Ulu Camii ve haziresini değil aynı zamanda Harran’ı da bir kez daha ziyaret etme imkanını elde ettik. Bu defa Hayati Harrani hazretlerini de ziyaret ettik.
Hayati Harrani vefatından sonra da tasarrufu devam eden dört veliden birisi olarak da biliniyor. Nureddin Zengi ve Salahaddin Eyyübi dönemlerinde yaşamış ve şehit olmadığı halde şehit lakabı verilen Nureddin Zengi’ye de dualarda bulunmuştur. Üstad Bediüzzaman, kendisini “kutb-u azîm” olarak isimlendirir. “Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinden sonra mematları (ölümleri) hayatları gibidir” der. 1185 tarihinde Harran’da vefat eden Harrani Hazretlerinin türbesi 1195 tarihinde Harran surlarının kuzeybatı tarafında ve sur dışındaki mezarlığa inşâ edilmiştir. Gaziantep’de Şeyh Fethullah Türbesi ve Camii haziresinde ve Harran’da Hayati Harrani türbesinde insan yaşadığı anların ebedileşmesini ve çerçeveleşmesini istiyor. Asude bir hava ve iklim sanki sakininin cennet diyarından yansıyan nefahat ve latif havasına işaret ediyor. Hayati Harrani hazretlerinin türbesinde teneffüs ettiğimiz latif havalardan sonra Adıyaman üzerinden Mardin’e vasıl oluyoruz.
*
Tarihte Mardin için birçok isim kullanılmıştır. Bunlar: Erdobe, Tidu, Merdin, Merdo, Merdi, Merda, Merde, Kartal Yuvası, Kuşlar Yuvası, Maridin ve Mardin. Mardin adı hakkında pek çeşitli söylenceler vardır. J.A.Dupre ve J.Von Hammer Mardin kelimesinin savaşçı bir kavim olan Mardeler’le ilgili olduğunu, Mardeler’in İran hükümdarlarından Ardeşir (226-241) tarafından buraya yerleştirildiklerini anlatır. Şehir ve kavim isimleri arasındaki benzerlik, Mazıdağı yöresinde oturan Y/Ezidilerin şeytana tapmaları, eski bir İran ananesinin devamı olarak şerre (kötülüğe) ibadet eden Mardeler’in bu bölgeye yerleştirildiklerinin delilidir. C.Ritter her ne kadar bu ifadeyi naklederse de bu ifadeye şüpheli bakar. Çoğu kaynaklarda Mardin’in adı “Merdin” diye geçer. Zira halkın çoğu da bugün böyle demektedir. Bu ad “Kaleler” anlamına gelir. Şehirde birçok kalenin varlığı, şehrin bu şekilde isimlendirilmesini sağlamış olmalıdır. Mardin’in kale kavramlarıyla adının bu kadar sık geçmesinin en önemli nedeni de birbirini koruyup kollayan doğal savunma ve gözetleme faaliyetlerini icra eden korunaklı yapıların varlığındandır. Bunlardan bir kaçı: Mardin Kalesi (Kuşlar Yuvası, Kartal Kalesi veya Kartal Yuvası), Eskikale Köyünde bulunan Kalat’ül Mara, Deyrü’zzafaran Safran Mabedi) Manastırının kuzeydoğusundaki Arur Kalesi ve Erdemeşt Kalesi’dir.
*
Fırat’ın güneyi ile Ariş’in kuzeyi arasında kalan bölgenin kutsal olduğu ileri sürülmektedir. Bu anlamda Mardin hem Şam hem Mezopotamya ile kesişen bir bölgedir ve bölge birçok devletle birlikte anılmaktadır ve özellikle de Selçukluların devamı olan Artukoğulları şehre damgasını vurmuş bulunuyor.
Bu şehirde Artukoğullarının izleri ile Bediüzzaman’ın izleri birbirine karışmıştır. Bu anlamda, 1895 yılında henüz 17 yaşında iken Mardin’e gelen Bediüzzaman’ın, hayatında iz bırakan Mardin’deki mekânlar arasında Ulu Camii ve minaresi de yer almaktadır.
Bediüzzaman’ın Mardin hayatında üç mekân öne çıkar. Bunlar Ulu Camiî, Şehidiye Medresesi ve Camii ile Ensarîlerin evi. Biz de Ulu Camii’de kıldığımız namazdan önce ve sonrasında küçük rehberlerin eşliğinde Bediüzzaman’ın alimlere ve ahundlara meydan okumasının hikayesini dinliyoruz. İster istemez bakışlarımız minareye ve tepesine kayıyor.
Daha sonra Mardin’le alakalı internet ortamında sörf yaparken Kemal Benek’in ‘Küçük rehber İsmail’in dilinden Bediüzzaman’ başlıklı yazısına rastlıyoruz. İsmail veya İsmail’in arkadaşları kalıp cümlelerle Bediüzzaman’ın buradaki serencamını tekrar be tekrar gelen gidene anlatıyorlar. Her ne kadar Bediüzzaman’ın Ulu Camii minaresindeki duruşu ve dolaşması meydan okuma olsa da bu anı değerlendiren bir başkası Bediüzzaman’ın manen minarenin tepesinde şöyle haykırmış olabileceğini hayal etmektedir:
“Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sûreten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum.” (Münâzarât, s. 86).
Evet, bu bölgede tarihin izleriyle Bediüzzaman’ın izlerinin birbirine karışmış olduğunu görüyoruz ve akabinde Midyat üzerinden Diyarbakır’a vasıl oluyoruz. Bir sonraki randevumuz ise Hutbe-i Şamiyenin irat edildiği Şam ve Cami-i Emevi olacaktır.