Kâinata baktığımda; 1. "lâ ilâhe"yi görüyorum. Yani kâinatta hiçbir şeyin, varlığının kendisinden olmadığını görüyorum, anlıyorum. Hiçbir şeyin ilahlık özelliklerine sahip olamadığını görüyorum. Hiçbir bir şeyin, bir şeyin varlık kaynağı olamadığını görüyorum. Tüm kâinatın ‘yapılıyor olan' şeyler olduğunu görüyorum, anlıyorum.
2. Kâinatta, var oluşta gördüğüm, gözlemlediğim özelliklerin kaynağının "mutlak" olması gerektiğini anlıyorum. Yani kâinatta gördüğüm; bir anda, beraber, birbiri içinde ve ara vermeden olarak ve tüm kâinatı içine alan tam bir düzenlilik, tam bir ölçülülük, tam bir gayelilik, tam bir ahenklilik, tam bir farklılık, tam bir ihtiyaçların karşılanması, tam bir birlik olmak, tam bir yeniden yeniye yapılmaklık vb. şeklinde gerçekleşen varlık verilmesinde gözlemlediğim bu özelliklerin kaynağının mutlak olması gerektiğini anlıyorum.
Öyle ise, 1. var oluşta gördüğüm bu özelliklerin kaynağı, kâinat cinsinden değildir. Kâinat cinsinden olmayan bir kaynağın kâinatın cinsinden olan, yani bir 'yaratık' olan insan tarafından tanınması/bilinmesi, ancak tanınamaz olduğunu tanımakladır. Yani Onu tanımamız (zatını, kişiliğini, şahsiyetini bilmek), ancak kâinatı gözlemlemek ile kâinatın varlık kaynağı olan Onun, tanınamaz olduğunu tanıdığımız kadardır.
2. Var oluşta muhatap olduğum özellikleri tanıyan, onların anlamını çözümleyen ene'mdeki/benliğimdeki özellikleri kullanarak var oluşta gözlemlediğim tüm özelliklerin kaynağını, o özelliklerin sahibi/kaynağı olarak tanıyorum. Böylece o özellikler ile kendimi o özelliklerin kaynağına bağlıyorum.
Kâinat ile ilişkimde bende ortaya çıkan/çıkarılan duygularımın ve o duygular ile sevdiğim, beğendiğim, güzel bulduğum, istediğim, zevk aldığım şeylerin/özelliklerin varlık kaynağının o mutlak Varlık olduğunu anladığım için bütün varlığımla o mutlak Varlık'ı sevmek istiyorum ve öylece onu sevmeye çalışıyorum.
Var oluş ile ilişkimde ortaya çıkan duygularımın ve o duygularımın sevdiği, güzel bulduğu, zevk aldığı ve istediği tüm eşyanın ve bütün özelliklerin varlık kaynağının o mutlak Varlık olduğundan emin olduğum için bütün duygularımı o mutlak Varlık'a bağlıyorum. İşte, ubudiyet kavramını böylece anlıyorum. Evet, insan ancak mutlak Varlık’ın kâinatta tecelli eden özelliklerini (Esma-i Hüsna) kendi fıtratında bulunan özellikler/manalar ile örtüştürüp kaynaştırmakla o özelliklerin kaynağı olan mutlak Varlık ile ilişkiye geçebilir, ona bağlanabilir. Yani, kâinatı gözlemlerken kendi gerçekliğime ters düşmeyecek, kendimle çelişmeyecek sonuçlara ulaşmam marifet-i İlahiye oluyor.
Ubudiyet ile -yanlış anlaşılmasın- sanki insanın bütün duyguları o mutlak Varlık'ın özelliklerinin bir nevi gölgesinde bir eğitimden geçiyor. Onun boyası (sıbğatullah) ile boyanıyor. İnsan, bütün duygularını onun özelliklerine bağlamakla, onun özelliklerinin 'tezgahından' geçirmekle “ahlak-ı İlahiye ile ahlaklanmış” oluyor.
İşte marifet-i İlahiyeyi ve onun ile hâsıl olan ubudiyeti bu şekilde anlıyorum.
ﻟﺎَٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪُkelimesinin sonundaki “Allahu”da bulunan ötre, gramer kuralları gereğince ‘önceden biliniyor olma' anlamı kattığını duymuştum. Kâinatı tefekkür ederken bir noktayı fark ettim ki bu nokta, bu “Allahu”daki ötrenin kattığı 'önceden biliniyor olma' anlamına benim açımdan bir açıklık getirdiğini gördüm. Şöyle ki, yukarıda da belirtildiği gibi, kâinata baktığımda 1. basamak olarak kâinatın “lâ ilahe”yi söylediğini görüyorum. Yani, kâinatın bir 'daire-i lâ ilahe' olduğunu görüyorum, gözlemliyorum. 2. basamak olarak ise, kâinatta özellikler görüyorum. İşte kâinatta gördüğüm bu özellikleri incelediğimde, o özelliklerin kaynağının ancak mutlak bir varlık olması gerektiğini bende/fıtratımda bulunan şuura/vicdana ya da özelliklere baktığımda anlıyorum. İşte, “lâ ilahe illa Allah-u” kelimesinde sondaki “Allahu”da bulunan ötrenin “illâ Allah (ancak mutlak varlık olan Allah vardır)” ifadesine 'önceden biliniyor olma' anlamı katmasıyla kâinatta gördüğüm özelliklerin bilincinin fıtratımda önceden bulunması kastediliyor diye anlıyorum.