İncil’i okuduğunu söylüyordu. Sorgulayıcı ve eleştirel bir yaklaşımla bakıyordu hayata. Kendisine hediye edilen Kur’an-ı Kerim’i okumaya başlayınca yeni kapılar açılmıştı Andreas’a
Üniversite öğrenimine yeni başladığımız yıllardı. Tıp öğrencisi Klaus, Müslüman öğrencilerin kaldığı yurdu her hafta ziyaret eder, Hıristiyanlığı anlatmaya çalışırdı. Ne var ki, baba-oğul-kutsal ruh üçlemesinde ikna edici bir açıklama getiremezdi. Sonunda, Müslüman öğrencilere yönelik misyonerlik faaliyetinden vazgeçerek, “sizin için dua edeceğim” deyip gitmişti.
Aslında, Klaus’un Hıristiyan öğrencilerin çoğu için de bu anlamda dua etmesi gerekirdi belki. Çünkü onlar da gerçekte öyle Hıristiyan filan sayılmazdı. Bazıları, açıkça, ateist olduklarını söylüyordu, kimilerinin de düşünce tarzında görülüyordu bu. Örneğin, Marksizm’e ilgi duyan Andreas, Katolik Hıristiyanlığı insanlığın sorunlarına çözüm getirecek inanç ve değerler sisteminden yoksun buluyordu. Karl Marks’ın Din Eleştirisi’nden de esinlenerek, bir yandan dine olumsuz bakıyor, ama diğer yandan da evrensel düzeyde geçerli olacak eşitlikçi ve sosyal adaleti öngören bir öğreti arayışında olduğunu her hâliyle hissettiriyordu.
Andreas’ın soruları
İncil’i okuduğunu söylüyordu. Sorgulayıcı ve eleştirel bir yaklaşımla bakıyordu hayata. Bir konuda anlaşıyorduk Andreas’la, o da dünyada adaletsiz ve insan onurunu çiğneyen bir ekonomik ve siyasal yapının varlığı idi. Marksizm geleneğinden beslendiğinden, “yapı”lar önemliydi onun için. Devlet sömürüsüyle biçimlenen, sermayeye dayalı yapıların dünyadaki çelişkilerden ve emperyalizmden sorumlu olduğuna inanıyordu. Afrika’daki sefalet, aç insanların çaresizliği ikimizi de aynı ölçüde etkiliyordu. O, çareyi sermayenin belirli ülkelerin tekelinden çıkartılıp dünya genelinde sınıfsız bir toplum düzeni oluşturulmasında görüyordu.
Kendisine hediye ettiğimiz Kur’an-ı Kerim’in Almanca mealini okumaya başlamıştı. İncil’i ve Kur’an-ı Kerim’in mealini eşzamanlı olarak okuyorduk. Bir gün Andreas, anlatmak istediği çok önemli şeyler olduğunu söyledi heyecanla. Bir problemi çözmüş gibi, yeni bir şeyler keşfetmiş gibiydi. Konuşmak istiyordu. Gözlerinin maviliğinde ışıldayan bambaşka bir dünyanın yansımasıydı sanki bu.
Kur’anı-ı Kerim’de karşılaştığı bazı ayetler, yeni kapılar açmıştı Andreas’ın dünyasına. O, küresel sömürü düzenine karşı Marksizm’de çözüm yolları ararken, şimdi Marksizm’in de aslında yanlış varsayımlar üzerinde bir ideoloji geliştirmeye çalıştığını söyleyecekti.
Semboller de önemliydi Andreas için. İletişim aracı olan sözcüklerin kökenleri, farklı dillerdeki anlamları üzerinde araştırmalar yapıyordu. Bir komşusuna gelen mektup zarfı üzerindeki Arapça kelimeler ve özellikle de harfler dikkatini çekmiş, bunun üzerine, Arapça kursuna gitmeye başlamıştı.
Akıl, kapı ve görme özdeşliği
Andreas, Kur’an’da birçok yerde akıl ile kapı/kapılar kavramlarının eşanlamlı olduğunu fark etmişti. Bir çıkış yolu anlamında kapı, akıl ile ortak özelliğe sahiptir. Akıl da muhtelif sorunlara bir çözüm bulma, çıkış yolu keşfetme işini üstlenir. Akıl sahipleri, görme yetisine sahip olanlar, kapılar/çıkış yolları ile donanımlı kişiler…Bunlar, iyiyi kötüden ayırt edebilenlerdir. Kur’an’da bunlara çağrı yapıldığını, böylelikle, beşerî ilişkilerin gidişatı konusunda anlama ve kavramayla ilgili formülün de bulunduğunu kendince gören Andreas, söz konusu ayetleri kafasındaki sorulara birer yanıt olarak değerlendiriyordu.
Marksist Andreas’a kapılar açan ayetler
Andreas’ı etkileyen ilk ayetler, sosyal ve ekonomik içeriklidir. Kur’an-ı Kerim’de, inanıp sakınanlar, cennetlik olanlar anlatılırken, bunların nasıl yaşadıkları, nelere riayet ettikleri belirtilerek, “onların mallarında yoksullar için bir hak vardı” anlamında, sosyal boyutlu ve açıklayıcı bir bilgiye yer verilmiş olması (Zâriyât, 19), Marksist Alman gencin İslâm’a ilgi duymasına sebep olmuştu. Malların zenginler arasında dolaşan bir servet olmamasını öngören Kur’an hükmü (Haşr, 7) ise, sermaye birikiminin haksız kazanç ve sömürüye zemin hazırladığını ileri sürüp özel sermayeyi reddeden Marksist teoriden daha gerçekçi idi Andreas için.
Bir de din-insan ilişkisi vardı. Marksizm’in kalkış noktası da ağırlıklı olarak buradaydı. Marks’a göre din, insanın, çelişkiler dünyasındaki yoksunluğuna bir teselli anlamında tasavvur edip kurguladığı bir yanılsama idi. “Ekonomik mahrumiyet içindeki insan”ın bu zihinsel kurgusu bir öte dünya tasavvuruyla onu beklentiye sevk ediyor, yaşadığı dünyada tembelleştiriyordu. Dindar insan, bu dünya için üretmeyen, çalışmayı sevmeyen insan demekti.
Böyle bir bilinç ve varsayımla şartlanmış olan Andreas, Kur’an’da, “insan için çalışmasından başkası yoktur” (Necm, 39) anlamındaki ayeti okuduktan sonra, din-insan ilişkisi konusunda da Marksist söylemin yetersiz gözlemle genel hüküm üreten tarzını artık yanlış buluyordu. Marksizm, öte dünya beklentisinde olan insanın bu dünyada uyuşuk ve çalışma azminden yoksun olacağını ileri sürerken, Kur’an-ı Kerim insan için en belirleyici şeyin onun çalışması olduğunu duyuruyordu. Demek ki din, en azından İslam, Marks’ın ileri sürdüğüne benzer bir davranışı öğütlemiyordu insana. Aksine, onu, dünyada adaletli bir ekonomik ve sosyal düzen tesisi için yükümlü kılıyordu. Allah’ın yeryüzündeki halifesi sayılmıştı insan. Ama başıboş değildi; adaletli ve merhametli olması kadar, haksızlık karşısında celâllenmesi de onun vesayet görevinin bir gereğiydi.
Andreas, Marks’ın yanıldığını görüyordu artık. Biraz Hegel diyalektiği, biraz da Marksizm’in tarihî süreklilik metodu üzerinden ilerleyerek, dinlerle ilgili bir gerçeği daha keşfediyordu. Bunu, Zâriyat Sûresi’nin 36. ayetini okuduğu zaman fark etmişti. Hz. İbrahim zamanında, bir kavim (topluluk) hatasından dolayı helâk edilmeden önce, oradaki inananların ayrı tutulmasından söz edilirken, zaten o toplulukta “bir tek aileden başka Müslüman bulamadık” (Zâriyat,36) ifadesi yer alıyordu.
Bu ifadeden anlaşılıyordu ki, Hz. Adem’den buyana peygamberlerin tebliğ ettiği her din, esas öğretisi itibariyle, Müslümanlık idi. İnsanın Yaratıcı ile ahdine sadakati ve teslimiyetiydi Semavî dinlerin gerçekleştirmek istediği. Bu bir tarihsel süreklilik içerisinde, ama zahiren zaman ve mekân koşullarına bağlı olarak, farklı isimler ve uygulamalarla kendini gösteriyordu. Bu, Andreas için bir başka ikna edici bulgu sayılıyordu. Kendisinin de bir insan olarak ahdine sadakati gerektiğini anlamıştı.
Bir müddet sonra açıkça ilan etti bunu. Sadakat ve teslimiyetini. Müslüman’dı o artık. Adı da Muhammed İsmail olmuştu. Almanya’da bir bayram günü, aynı zamanda mescit olarak da kullanılan bir Türk derneğinde gerçekleşen söyleşide, Andreas, Muhammed İsmail olarak, Müslümanlığı keşif hikâyesini ilginç ayrıntılarla anlatmıştı. Daha sonra Türkiye’de bir gazetede yayımlandı Andreas’ın Muhammed İsmail olma öyküsü.
Sevinç ve umut
Şimdi Türkiye’de bir başka bayram haftasında Afrika’da insan manzaralarını televizyondan izlerken, her şeye rağmen iki hususta sevinç ve umut olduğunu fark ediyorum içimde. Sevinç, Afrika’nın acısını paylaştığımız Marksist Andreas’ın şimdi Müslüman Muhammed İsmail olarak daha farklı bir duyarlıkla hayata bakmasından. Umut, dün Afrika’nın acısı ve yoksulluğu karşısında ancak bireysel ve teorik bir tepkimiz söz konusu iken, şimdi millet ve devlet olarak bu acıyı dindirmek için yola çıkma iradesini ve gücünü kendimizde bulabilmemizdendir. Böyle olursa, bayramları da gerçek bayram sevinci ve coşkusuyla kutlayabiliriz.
haber7