Marksizm felsefi yanı bir uluhiyetin inkarı felsefesi olmasıdır. Dünyada Marks’ın en ciddi eliştirmeni Bediüzzaman’dır, materyalizme nasıl bir hız verdiği nihilizmi sistematize ettiğini Bediüzzaman biliyordu. Eserlerinin ana teması tevhid yani varlığın Allah tarafından inşa edildiği fikridir, Marks’ın da bütün hedefi kitaplı dinlerin kainatı vahyin ışığında ve peygamerin anlatımını yıkmaktı, bütün hayatı bu teoriyi gerçekleştirmek için geçmiştir, ve dünyada bu saçma tasarım yayılmış büyük Marksistler ortaya çıkmıştır. Bunların karşısında işi sistematize eden Bediüzzaman'dır.
Marks ve Bediüzzaman diye ısparta’da bir konferans vermiştim, olayın ne olduğunu islam dininin nasıl batı felsefesinin nihistleri nezdinde savunulduğunu bilmeyen cahil adamlar, olaya başka yönlerden baktılar. Bizimkiler bile Ankara’da konferans olarak verdiğim bu bahsi anlamadılar. Ne yapacaksın bir düşüncenin en büyük tahribcileri cahil sadıklar zümresidir. Böyle gelmiş böyle gider.
Bu çalışma yüz elli sahifelik Marks ve Bediüzzaman transkritiğinin çok az bir kısmıdır, Allah düşmanı batıya karşı bir infialdir.
Marks üniversite kariyerine 1836’da Bonn’da başladı. Fakat ertesi yıl Berlin’e geçti. Önce hukuk okumayı düşündü, sonra Felsefe’ye yöneldi. David Straus’un İsa’nın Yaşamı isimli kitabı Sol ve Genç Hegelciler üzerinde olumsuz tepkiler doğurdu, Marks da bunlara yakındı. Sağcılar Hegel’in sistemini savundular. Hristiyanlık Hegel tarafından destekleniyordu. Sol Hegel’ciler ise Hegel’in metodunu kullanarak klasik kurumları ve inançları tartışmaya açıyorlardı. Fransız aydınlanmasının dine ve mutlakiyetçiliğe verdiği kavgayı Genç Hegel’ciler devam ettiriyorlardı. Bunlar 1841 de Ludwig Feuerbach ‘ın Hristiyanlığın Özü kitabıyla dini nihai olarak yıkmayı başardığını zannettiler. Solcular Hegel’in idealizmini radikal bir hümanizme çevirdiler. Marksizmin dini –felsefi temelleri görünmüştü. Mark da bunu tamamlayan bir çalışma ile din karşıtı bir tez ile 1841 yılında bu tezi destekledi. Marks İsa’nın Hayatı isimli kitabın tesirin kırmak için bir ateist dergi çıkarmak istedi, Brunu Bauer ile , Brunonun Bonn’dan sürülmesi Marks’ın üniversiteye geçme hayallerini bitirdi. Çünkü sağ Hegelciler Marks’ın doktora tezindeki uluhiyet karşıtı iddialardan hoşlanmadılar. Marks felsefeden siyasete kaymaya başladı. Köylülerin haklarını savundu.
Felsefe eleştirisinden tarihi materyalizme geçmeye başladı. Bu sırada felsefi konularda Marks’ın üstadlarından olan Feuerbach ortaya çıktı. O Tanrı ile insan arasındaki ilişkilerin ortaya çıkması için Tanrı’yı özne , İnsan’ı da yüklem konumuna yerleştiren dini açıklamaların tersine çevrilmesini işliyordu. 1843 ile 1844 de Marks artık felsefeden siyasete doğru geçmiştir. Bu dönemde Marks sisteminin felsefi-ateist ayağını oluşturmuş olur. Bundan sonra şartların gereği siyasi ayağı gündeme gelir.
Bediüzzaman Yunan ve Roma felsefesinin tanımının çok ötesinde İslam düşüncesine getirdiği zararları anlatır.
“Alem-i islamın şu medeniyete karşı istinkafı ve soğuk davranması ve kabulde ıztırabı cay-yı dikkattir. Zira istiğna ve istiklaliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki ilahi hidayet Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizac etmez, bel olunmaz, tabi olmaz. Bir asıldan tevem olarak neşet eden eski Roma ve Yunan iki dehaları , su ve yağ gibi mürur-ı asar ve medeniyet ve Hristiyanlığın temzicine çalıştığı halde , yine istiklallerini muhafaza adeta tenasuhla o iki ruh şimdi de bir başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tevem ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-ı hidayet ; o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hicbir vakit mezc olunmaz, bel olunmaz." (Sünuhat s, 60)
Hristiyanlık ile Roma ve Yunan düşüncesi bir araya gelememiş. Bu uzun bir bilim tarihi ve düşünce , felsefe tarihi sorunudur. Hristiyanlık gelmiş ama yunan ve Roma düşüncesi ile birleşememiş, su ile yağın birleşemeyişi gibi. Birleşemedikleri halde bir arada iki ruh şeklinde yaşamaktadırlar. Ama iki ayrı ruhun tesiri görününce buna yaşamak denirse, işte öyle yaşamak. Bediüzzaman Yunan ve Roma ile Hristiyanlık birleşemedikleri halde , onlar birleşebilecek yönleri varken birleşemeyince , İslamiyet, hidayetin ruhu nasıl Roma ve Yunan dehası ile birleşebilir. İslamiyet kendi içinde istiklalini kazanmış bir sistemli düşüncedir, ama Hristiyanlık bağımsızlık kazanamamış çeşitli unsurların özellikle Roma ve Yunan’ın bir arada olamadığı bir karışıklık eseri gösterdiği için , onun bu yapısı Yunan ve Roma ile birleşebilirken, İslamın bağımsız yapısı kesinlikle Yunan ve Roma felsefesiyle birleşemez. İslam alimlerinin bunlara karşı soğuk tavrı dinlerinin yapısından dolayıdır. Marks maksizmin felsefi ayağını eski yunan felsefesine Demokritos ve ve Epiküros’un felsefelerine dayandırırken , Bediüzzaman bu şahısların ve antik yunan felsefesini kabullenmez, karışık olduğu reddeder. Bu Bediüzzaman ile Mars’ın kadim eski yunan felsefesi bahsinde farklı düşündüklerine gösterir. Marksizmin inkar tarafı o dönemden inşa edilmişken Bediüzzaman ise onlar ve ondan sonraki ateistleri eleştirir.
Marks, Spinoza’nın Tractatus Theologico Politikus’unu okurken kaleme aldığı yazılarında Platon’dan Hegel’e tüm felsefe tarihini inkar eder. (Philippe Raynaut, Stephane Rials , Siyaset Felsefesi Sözlüğü, s 563) Marks antifelsefe bir görüşe sahiptir. Onun sahip çıktığı kısım antik çağın felsefesidir. Epükiros, Demokritos, Lucretus gibiler onun fikirlerini yaydığı kişilerdir. Bediüzzaman ise antik yunan felsefesine karşıdır. Daha sonraki felsefe içinde ahlak, sanat, sosyal hayat, kemalata hizmet eden felsefenin yanındadır. Natüralist ve Materyalist felsefecilere karşıdır, karşı olmakla kalmaz, onların bütün iddialarını çürütür. (Asa-yı Musa s 3)Bediüzzaman bütün felsefe tarihine değil, ateist ve natüralist felsefeye , ahlaksızlık ve zevke hizmet eden felsefeye karşıdır, müsbet felsefe ile barışıktır. İki şahsın felsefe tarihi karşısındaki tutumları da böylece farklılık gösterir.
Yunan ve Roma’nın hevesata dayanan , heva ve hevese göre şekillenen yapısı ile mukaddes bir din olan hristiyanlığın itikadi yapısı bir arada olmaması gerekirken, eski yunan ve romanın izleri hristiyanlığın kültür ve sanatında, dini yapısında görülmektedir. Kliselerin bile eski Yunan ve Roma’dan gelen heykeller ve putcuklarla dolu olması, kadın erkek ilişkilerindeki dine aykırı liberal tutum hep eski roman ve yunan tesiri iledir. Bütün bunlar dünyevi ve hevese tabi Yunan ve Roma’nın , ilahi bir tasarım olan din ile birleşmesi imkansız iken böyle bir terkip hristiyan dininde ve sanatında sağlanmıştır. Ama nasıl bir sağlanma, sağlıksız dinin saf yapısına aykırı bir birleşme. Bediüzzaman bütün bunları nazara verir. İslamla birleşemeyiş nedeni bu gerekçeler üzerine bina edilir. Daha başka nedenleri varsa da Bediüzzaman bu çok ince meseleyi örneksiz anlattığından biz bu kadar hissedebildik. Ayrıca Hristiyan dininin bilim tarihi eski yunan ve romadan gelmektedir. Astronomi gibi kozmik alan düşünceleri Aristo ve kadim yunan bilgeleri olan Epikür ve benzerlerinin fikirleri üzerine bina edilmiş. Hristiyanlığın kozmik telakkileri Aristonun fizik anlayışına göre şekillenmiş, adeta itikad olmuş, bu yüzden birtakım filozoflar fikirlerini hristiyan itikadına göre şekillendirmişler, aykırı olanlar zulüm görmüş hatta yakılmışlardır. Sokrat, Galileo, Bruno , Descartes bu baskı görenlerden birkaçıdır.
Bediüzzaman burada sadece eski yunan ve roma felsefesini bilmenin ötesinde hristiyan medeniyetinin roma ve Yunan ile birleşemediği gibi bir konuya, batı medeniyeti konusuna da hakimiyetini göstermektedir. Oradan İslam medeniyeti ile kendi arasında birliğini temin edememiş bir medeniyetin birleşmesinin imkansızlığına varmaktadır. Bu onun yüksek derecede bir medeniyet meselelerine hakimiyetinin olduğunu gösterir. Bütün bu bilgiler ve sentezler ancak gözlemlere ve bilgiye dayanırlar, başka türlü olması imkansız. Bediüzzaman bu bilgileri, böyle derinlikli sentezleri yapacak bilgileri nasıl ve ne şekilde elde etmiştir, bu da garip bir meseledir.
Marks’ın Milattan önce 500 lü yıllar içinde cereyan eden bir varlık ve yaratılış teorisini ondokuzuncu asra taşıması , Marksizmin temelini dinsiz ve ilahsız bir dünya üzerine kurmak istemesinden dolayıdır. Marksizmi ihtilale veren ikibin yılı aşkın bir süre gelişmiş olan felsefeyi inkar ve insan düşüncesinin henüz iptidai dönemine gitmektir. Antik Yunan felsefesi karıştırıcı bir nitelikle Mark’sın felsefeyi inkarı yüzünden tekrar ilkele ve ibtidaiye dönmektir. Bediüzzaman antik yunanın fikirleri ihtilale verdiğini söyler. “Hikmet-i Yunaniyenin bir kısmı daire-i islamiyete duhul etmeleriyle , din süsüyle görünerek , efkarı ihtilale verdiler.”(Muhakemat s, 16)
Memun asrında tercüme edilen yunan felsefesi o zamanki İslam düşüncesine karıştırır. Marks’ın da gelişmiş bir felsefenin bütün safahatını kuracağı felsefenin hiçbir yerine yerleştiremesi , Antik yunanı alması doğu düşüncesinde Memun asrında yapılan karıştırmayı , Marks batı düşüncesine 1841 de yapmıştır. Hakikaten Marks’ın doktora tezi hem kendi hayatını hem de Marksizm ile geleneksel dünyanın düşünce biçimini sarsmış hatta yıkmıştır.” Epikürcülük on sekizinci yüzyıl boyunca gerek İngiltere’de gerek kıta Avrupa’sında materyalist fikirlerin gelişiminde önemli bir rol oynamayı sürdürdü. İtalya’da Napoli Engisizyonu Vico’nun dostlarının birçoğunu Epiküros ve Lucretius’un sadece adlarını andılar diye hapis cezalarına çarptırdılar. Vico da Epikür felsefesinin çalışmaları üzerindeki etkisini büyük ölçüde gizleme gereği duydu, bu tutum Epikürcülüğün sapkın doğasından kaynaklanıyordu”( Marks’ın Ekolojisi, s 71) John Belamy Foster de batı tarihi içinde Epikürcülüğün yaptığı olumsuz tesirleri anlatırken Bediüzzaman ‘la bu tesirlerin olumsuzluğunda birleşir. Boyle ve Newton , atomun hareketlerini kabul etmekle birlikte Tanrı’yı kabul ettiler.”Epikürcü materyalizmin dine karşı yönelttiği meydan okuma , maddi dünyaya ilişkin mekanik bir görüş geliştirmekle birlikte sahne arkasında doğaya ilk hareketini veren bir Tanrı’ya yer veren Boyle ve Newton gibi önde gelen bir çok bilginin eserinde garip bir uzlaşmayla sonuçlanmıştır." (John Bellamy Foster, Marks’ın Ekolojisi 71)
Bediüzzaman’ın yeni felsefeyi alkışlaması da bu yüzdendir.Bediüzzaman böylece evreni dini bir yoruma bağlayan bilim adamları ve fizikciler ile birleşir, bunlar Boyle ve Newton’dur.
Bayle ve Newton’un Epikürcülüğün tesirlerini kırmaları, Allah’ın varlığını kabul etmeleri hristiyan düşüncesini ve bilimi tasaffi ettirdi. Aynı durum Bediüzzaman’ın yorumları ile doğu dünyasında Memun asrında cereyan etti, bazı alimler tercüme edilen eski Yunan ve israiliyat tesirlerini temizlemeye çalıştılar, ama tam başarılı olamadılar.
“Hem vakta ki hikmet-i Yunaniyeyi Müslüman etmek için Memun asrında tercüme olundu. Fakat pek çok esatir ve hurafatın menbaından çıkan o hikmet bir derece müteaffine olduğundan , safiye olan Arap efkarının içlerine tedahül ettiğinden, girdiğinden bir derece efkarı karıştırdığı gibi , tahkikten taklide yol açtı.
Evet nasıl ki ihtilat-ı Acem ile Kelam-ı Mudari’nin melekesi fesada yüz tutmakla , muhakkikin-i ulema o melekeyi muhafaza etmek için ulum-ı Arabiye’nin kavaidini tedvin ettiler, düzenlediler. Öyle de şu hikmet ve israiliyat dahi daire-i islamiyete duhullarıyla beraber, girmeleriyle beraber, bazı nakkad-ı muhakkikin-i İslam –islamın itikadının büyük eleştirmenleri - temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat hayfa … Tamamiyle muvaffak olamadılar. “(Muhakemat, s 18)
Foster’in tesbitleri ile batı düşüncesinde iki grup insan bir kısmı yanında bir kısmı karşısında oldular, Epikür felsefesinin. Marks bu kavgalı konuyu özellikle seçti. Bediüzzaman eski yunan ve roma felsefesinin İslam düşüncesinden kovulamadığını felsefe tarihinden istihrac etmiştir. Felsefe tarihi karşısında Marks ile Bediüzzaman bu yönden de ayrılırlar. Bediüzzaman onun seçtiği kısmı ve felsefeyi felsefe tarihinden silmenin gereğini kabul eder, İslam dünyası bunu başaramadığını söyler.
Doğu dünyasındaki tesirlerini Bediüzzaman anlatırken ayetlerin tefsirinde bile bu felsefenin olumsuz tesirlerini anlatır. Bediüzzaman büyük bir medeniyet tarihi yorumcusudur. Foster’in yızyılımızda yaptıklarını Bediüzzaman on dokuzuncu yüzyılın başında 1909 da anlatır.
“İş bu kadar da kalmadı. Çünkü tefsir-i Kur’an’a sarf-ı himmet edildiği vakit, gayret edildiğinde, bazı ehl-i zahir, yüzeysel anlam verenler, Kur’an’ın nakliyatını bazı israiliyata tatbik ve bir kısım ayatını dahi hikmet-i mebzureye , adı geçen felsefeye, yunan felsefesine- Tevfik ettiler, uydurdular. Çünkü gördüler ki Kur’an makul ve menkule müştemildir. Hadis de öyle … Sonra kitab ve sünnetin bazı nakliyat-ı sadıkalarıyla bazı muharref israiliyatın ortasında bir mutabakat ve münasebet istinbat ettiler. Hem de hakiki olan akliyatlarıyla mevhum ve mümevveh olan şu hikmet olan şu hikmet arasında -kuruntu ve vehim olan yunan felsefesi- bir müşahabet-benzerlik- ve muvafakat –uygunluk- tevehhüm eylediklerinden şu mutabakat ve müşahabeti , Kitab ve Sünnet’in manalarına tefsir ve maksatlarına beyan zannedip hükmeylediler. “(Muhakemat, s 18)
Eski Yunan felsefesi sadece Hristiyan dinini değil İslam dinini de karıştırmıştır.
Kur’an’ın yorumlarına, tefsirlerine dahi Yunan hikmetinin girmesini eleştiren Bediüzzaman bu şekilde hakikat eleştirmeni vasfı gereği ta Memun asrından sonra tefsirlere giren “hikmetin ebatılını, hikayatın esatirini" görmüştür. Felsefenin batıl olan yanını ve hikayelerin mitolojik kısmının Memun asrındaki tefsirlere girmesini gören Bediüzzaman büyük bir eleştirmendir, felsefe tarihi eleştirmeni, antik Yunan’ın nerelere kadar gittiğini ifade eder.
Bediüzzaman bahsi o kadar ciddiye alır ki yunan felsefesinin tesirlerini müstakil bir bahis altında Muhakemat isimli eserinde anlatır. Yunan felsefesi hem şarkı hem garbı, hem islamiyeti hem İncil ve çevresinde oluşan hristiyanlığı karıştırmıştır.
“Kella, sümme kella… Zira kitab-ı Muciz’ül Beyan’ın misdakı icazidir. Müfessiri eczasıdır. Manası içindedir. Sadefi de dürrdür, meder değildir. Faraza bu mutabakatı izhar etmekten maksad, o şahid-ı sadıkın tezkiyesi için olsa da yine abestir. Zira Kur’an-ı Mübin ona mekalid-i inkıyadı teslim eden öyle akıl ve naklin tezkiyelerinden pek yüksek ve ganidir. Çünkü o onları tezkiye etmezse , şehadetleri mesmu olamaz. Evet süreyyayı serada değil semada aramak gerektir. Ku’ran’ın meanisini de esdafında ara. Yoksa karmakarışık olan senin cebinden arama, zira bulamıyorsun. Bulsan da sikke-i belagat olmadığından Kur’an kabul etmez.
Zira mukarrerdir. Asıl mana odur ki elfaz onu sımahta boşalttığı gibi, zihne nüfuz ederek vicdan dahi teşerrüb etmekle , ezahir-i efkarı feyizyab eden şeydir. Yoksa başka şeyin kesret-i tevaggülünden senin hayaline tedahül eden bazı ihtimalat veyahut hikmetin ebatilinden ve hikayatın esatirinden sirkat edip cepte doldurarak sonra ayat ve ehadisin telafifinde gizletmek, çıkartmak , elde tutmak, çağırmak ki “Budur mana geliniz alınız” dediğin vakit alacağın cevap şudur. “ Yahu işte senin manan siliktir. Sikkesi takliddir, nakkad-ı hakikat reddeder. Sultan-ı icaz dahi onu darbedeni tardeder. Sen ayet ve hadisin nizamlarına taarruz ettiğinden , ayet şikayet edip hakim-i belagat senin hülyanı senin hayaline hapsedecektir.Ve müsteri-i hakikat dahi senin bu metaını almayacaktır. Zira diyecek “ayetin manası dürrdür, bu ise mederdir. Hadisin mefhumu mühec,-ruh- bu hemecdir- sinek- (Muhakemat s 19)
Hristiyan kültürünün Yunan felsefesiyle uyuşmadığını su ile yağ misali ile eleştiren Bediüzzaman İslam dininin de bu felsefeden olumsuz etkilendiğini anlatmış olur.
Yabancılaşma, Bediüzzaman ve Marks
Yabancılaşma insanların tarihinin bir neticesidir. Dini yabancılaşma ve spekülatif , deneysiz, üretilen felsefe ve para da yabancılaşmayı doğurur. Bunlar insanın sefaletini gizlemek için kullanılan araçlardır. İnsanı mücadeleden uzaklaştıran tutumlardır. Emekçinin sahip olana boyun eğmesi de yabancılaşmadır. Makinanın insanı köleleştirmesidir. Yabancılaşmayı emekci devrim ile değiştirecektir. Proleteryanın yabancılaşması çözümünü kendi içinde taşıyan mutlak bir insanlıktan uzaklaşmadır. Bediüzzaman spekülatif felsefeyi değil akıl ve mantık üzerine hakim olan gözleme dayanan felsefe üretir.
Yabancılaşma Bediüzzaman’ın temaları arasında özel bir konuma sahiptir. Her iki şahıs da Bediüzzaman ve Marks yabancılaşmadan şikayetcidir. Biri işin, emeğin, paranın insanı yabancılaştırmasını diğeri de kainat kitabı karşısında onu okumadan, onun büyük ve küçük harflerine ilgi duymadan hazlara ve eğlencelere boğulmayı yabancılaşma olarak yorumlar. İlgisizlik, istiğna, sevgisizlik, manalara karşı kayıtsız durmayı yabancılaşma olarak değerlendirir. On Birinci Söz’de kainat sarayının inşasından sonra, insanın oraya davet edilmesini ve giren insanların iki kısıma ayrılmasını hikaye ederken yabancılaşmamış kısım ile yabancılaşan kısmı anlatır.
İkinci gürûh ise, akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş olduklarından, saraya girdikleri vakit, nefislerine mağlûp olup lezzetli taamlardan başka hiçbir şeye iltifat etmediler; bütün o mehâsinden gözlerini kapadılar ve o üstadın irşâdâtından ve şâkirdlerinin ikazâtından kulaklarını tıkadılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar; içilmeyen, fakat bâzı şeyler için ihzâr edilen iksirlerden içtiler, sarhoş olup, öyle bağırdılar, karıştırdılar, seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler, sâni-i zîşânın düsturlarına karşı edepsizlikte bulundular. Saray sahibinin askerleri de onları tutup, öyle edepsizlere lâyık bir hapse attılar. (‘Sözler s 112)
Burada yabancılaşma aklın ve kalbin kendinden bekleneni vermemesi yüzünden Allah ve kainata , yapılan hatırlatmalara, ikazlara kulak tıkamaktır. Sadece yemek ve uykuya dalmak, lezzetli yemeklerden başka şeye iltifat etmemek işte Bediüzzaman’ın temaları içinde yabancılaşma budur. Bediüzzaman bütün eserlerinde bu tipi yabancılaşmadan kurtarıp içinde yaşadığı kainata ve onun sahibi olan Allah’a karşı şuurlu bir şekilde dostane yaşatmaktır. Bütün bahislerde bu yabancılaşmış tip çeşitli şekillerde görünür.
Allah ve kainat kuluna yabancı değildir. Onun hayatını ona veren ve hayatının devamı için gerekli olan rızıkları temin eden odur. Kainatı onun istekleri ve zevkleri doğrultusunda ona tahsis eden odur. İnsan bedenini kainatla, nesnelerle, varlıklarla anahtar kilit türünden ikili uygunluk içinde veren odur, vücudu alakadar olduğu nesnelerle münasebete girecek şekilde çok boyutlu yaratan odur. Elbette bu insan kendine bunlara yapana karşı yabancı duramaz, yabancılaşamaz, ilgisiz duramaz . Bu vadide Bediüzzaman şöyler der.
"Şu hadsiz kainatı şenlendiren bilmüşahade rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran bilbedahe yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlukatı, canlıları terbiye eden, bilbedahe , açıkca, yine rahmettir. Ve bir ağacın bütün heyetiyle meyvesine müteveccih eden, ona dönük, ona çalışan, ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine yardımına koşturan, bilbedahe Rahmettir. Ve bu hadsiz fezayı ve boş ve hali alemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren bilmüşahade , gördüğümüz gibi, Rahmettir. Ve bu fani insanı ebede namzed eden ve ezeli ve ebedi bir Zat’a muhatab ve dost yapan , bilbedahe , açıkca rahmettir.
Ey insan madem Rahmet böyle kuvvetli ve cazibedar ve sevimli ve mededkar, darda iken yetişen, bir hakikat-ı mahbudedir, sevimli , sevilen bir hakikattir.Bismillahirrahmanirrahim de . O hakikata yapış ve vahşet-ı mutlakadan, tam bir korkudan, ve hadsiz ihtiyacatın elemlerinden kurtul ve o Sultan-ı ezel ve ebedin, ezeli ve ebedi, belli bir zaman ile sınırlı olmayan her zaman hükmü geçen Sultanın tahtına yanaş ve o Rahmetin şefkatiyle ve şuaatiyle, ışıklarıyla O Sultan’a muhatab ve Halil ve dost ol.
Evet kainatın envaını nevilerini, varlıkları, kozmik varlıklarını, hikmet dairesinde, insanın onlardan istifade edeceği uzaklıklarda, insanın etrafında toplayıp bütün hacatına tam bir intimaz, kemal-i intizam ve inayet ile koşturmak , bilbedahe , açık bir yorumla, iki haletten , durumdan birisidir. Ya kainatın her bir nevi kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor , muavenetine koşuyor. Bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi , çok muhalatı intac ediyor. İnsan gibi bir aciz-i mutlakda, tam bir aciz, güçsüz bir canlıda, ven kuvvetli bir sultan-ı mutlakın, tam güçlü bir sultanın kudreti bulunmak lazım geliyor.Veyahut bu kainatın perdesi arkasında bir Kadir-i Mutlak’ın ilmiyle , sınırsız bir gücün, ilmi ile , bu muavenet , yardıma koşma oluyor. Demek kainatın envaı, cinsleri , türleri, varlıkları, insanın hizmetinde olan her şey, insanı tanıyor değil , belki insanı bilen ve tanıyan merhamet eden bir Zatın tanımasının bilmesinin delilleridir. – yai güneş insanı , insan güneşi tanıyacak, onu emri altına alacak, yahut insan ve güneşin dışında bir güç insanı ve güneşi çalıştıracak-
Ey insan aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki : Bütün enva-ı mahlukatı sana müteveccihen , -bütün varlık çeşitlerini insana dönük, onun ihtiyaçlarına göre- muavenet ellerini –yardım ellerini- uzattıran ve senin hacetlerine Lebbeyk-buyur- dedirten Zat-ı Zülcelal seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir ve katiyen anla ki : Senin gibi zaif-imutlak , -tam zayıf- , aciz-i mutlak-mutlak aciz- , fakir-i mutlak-tam fakir- fani , küçük bir mahluka koca kainatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek , elbette, hikmet , inayet ve ilim ve kudreti tasammun eden-içine alan- hakikat-ı rahmettir-rahmet hakikatıdır-Elbette böyle bir rahmet senden külli ve halis bir şükür ve ciddi ve safi bir hürmet ister. İşte o halis şükrün ve o safi hürmetin tercümanı ve ünvanı olan Bismillahirrahmanirrahimi de, o rahmetin hvüsülüne vesile kavuşmasına elde etmesine aracı- ve o Rahmanın dergahında şefaatci yap.
Evet Rahmetin vücudu ve tahakkuku Güneş kadar zahirdir. Çünkü nasıl merkezi bir nakış, her taraftan gelen aktı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hasıl oluyor. Öyle de bu kainatın daire-i kübrasında, büyük dairesinde- binbir ism-i ilahinin-Allah’ın binbir isminin- cilvesinden uzanan nurani atkılar , kainat simasında öyle bir sikke-i rahmet –rahmet sikkesi- içinde bir hatem-i Rahimiyyeti,-rahimiyyetin mührü- ve bir nakş-ı şefkati- şefkatin nakışını- dokuyor ve öyle bir hatem-i inayeti- yardım mührünü- nescediyor ki –dokuyor ki , güneşten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.
Evet, şems ve kameri , anasır-elementler- ve maadini-madenleri , nebatat ve hayvanatı , bir nakş-ıazamın- büyük bir nakşın- atkı ipleri gibi o binbir isimlerin şualarıyla tanzim eden ve hayata hadim eden ve nebati ve hayvani olan umum validelerin gayet şirin ve fedakarane şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı –hayat sahiplerini- hayat-ı insaniyeye-insan hayatına- musahhar-hizmetkar- eden ve ondan Rububiyet-i ilahiyenin-Allah’ın terbiye faaliyetinin- gayet güzel ve şirin bir nakş-ı azamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden-gösteren- o Rahman-ı Zülcemal- marhameti güzel olan- elbette kendi istiğna-i mutlakına-kullarından tam farklı- karşı , rahmetini ihtiyac-ı mutlak –tam bir ihtiyaç içindeki zihayata –canlılara- ve insana makbul bir şefaatci yapmış. Ey insan eğer insan isen Bismillahirrahmanhirrahim de . O şefaatciyi bul.
Evet zeminde dörtyüz bin muhtelif ayrı ayrı nebatatın-şimdi bir milyonu aşkın- ve hayvanatın taifelerini hiçbirini unutmayarak , şaşırmayarak, vakti vaktine kemal-i intizam ile –tam bir intizam ile – hikmet ve inayet ile terbiye ve idare eden ve küre-i arzın-arz yuvarlağının- simasında-yüzünde- hamet-i ehadiyeti – ehadiyet mührünü- vazeden-vuran koyan- , bilbedahe ve belki bilmüşahade – açıkca ve görerek- , Rahmettir ve o Rahmetin vücudu , bu küre-iarzın simasındaki mevcudatın vücutları kadar kati olduğu gibi , o mevcudat adedince tahakkukunun delilleri var. Evet zeminin yüzünde öyle bir hatem-i rahmet ve sikke-i ehadiyet bulunduğu gibi insanın mahiyet-i maneviyesinin simasında dahi öyle bir sikke-i Rahmet vardır ki küre-i arz simasındaki sikke- i merhamet ve kainat simasındaki sikke-i uzma-yı rahmetten- rahmetin en büyük mühründen- daha aşağı değil. Adeta binbir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrakiyesi – odak noktası- hükmünde bir camiiiyyeti var.
Ey insan hiç mümkün müdür ki : Sana bu simayı veren , o simada böyle bir sikke-i rahmeti ve hatem-i ehadiyyyeti vazeden zat, seni başı boş bıraksın , sana ehemmiyet vermesin, senin harekatına dikkat etmesin, sana müteveccih olan bütün kainatı abes yapsın, hilkat şeceresini –yaratılış ağacını- meyvesi çürük, bozuk , ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın! Hem hiçbir cihetle şüphe kabul etmeyen ve hiçbir vecihle noksaniyeti olmayan güneş gibi zahir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkar ettirsin haşa…”(Sözler s 9-11)
Bediüzzaman bu metinde insanda meydana gelen Allah’a, kainata, varlıklara, kendine , kendine karşı yapılanlara, mahlukatla kendi arasındaki sıkı ilişkilere karşı insanda beliren ilgisizliği, yabancılaşmanın yersiz olduğunu , insanın yabancılaşmaya hakkı olmadığını , kendisine yapılanlar karşısında insani yakınlığı ve sorumluluğu göstermesi gerektiğini anlatır. Çünkü insan bütün varlığın odağındadır, her şey ona dönük bir şekilde çalışmaktadır, kendisine çok ehemmiyet verilmektedir, bu yakınlığı yabancılaşma ile keyfi bir şekle dönüştüremez. Bu yabancılaşma kişinin hem kainata, hem kendine , hem varlıklara yabancılaşmasıdır. Ama bunların üçü de insana yabancı değildir, onun zevklerinin terazisine göre ona koşmaktadırlar. İnsan müstağni, yabancı olamaz bunlara karşı.
Bediüzzaman yabancılaşmanın karşıtı olarak tanıma ve tanıtma fiillerini koyar. Onun eserlerinde insanın tanıması ve tanıtması yolunda yorumlar temel yorumlar zincirine girer.
“Evet hiç mümkün müdür ki insan umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi , ehemmiyetli bir istidadı olsun da ; insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa mukabilinde insan ima ile O’nu tanımasa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse ; mukabilinde insan ibadetle kendini O’na sevdirmese ; hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse , mukabilinde insan şükür ve hamdle ora hürmet etmezse , cezasız kalsın! Başı boş bırakılsın! O izzet ve gayret sahibi Zat-ı Zülcelal bir dar-ı mücazat hazırlamasın! Hem hiç mümkün müdür ki O Rahman-ı Rahimin kendini tanıttırmasına mukabil ; iman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mümünlere bir dar-ı mükafatı , mükafat yerini , bir saadet-i ebediyeyi ebedi bir saadeti , vermesin”(Sözler s 59)
Bu kadar muntazam masnuat, sanat eserleri demektir. Varlıklar hem faydalı hem de sanatlı yaratılmışlardır. Hem mideye , hem akla, hem dimağa, hem göze hitap ederler. Varlık insanın beş duyusuna hitaben açılmış bir kitaptır. O beş duyu ile onları tanımak zorunluluğu vardır. İnsan hem tanıma özelliğine sahip, Allah da yaratma ve gösterme , tanıttırma özelliğine sahiptir. Bunlar birbirini tamamlar. Bu şekilde insan bu kendini tanıtan kainata karşı tanımakla cevap vermelidir. Tanımayı kaldırınca insan yabancılaşır. Bediüzzaman tanımadan sonra sevme, sevmeden sonra ibadet etmeyi sıralar. Bunlar mantıken de gereklidir. Çünkü insan tanımadığı bir şeyi sevemez, tanıyınca sever, sevinme bir sevme formu gerekir o da ibadettir. Böylece Bediüzzaman insanın yabancılaşmasını Allah ‘a tanımamak ve onu sevmemek ve ibadet etmemek şeklinde anlar.
Yabancılaşma genel bir temadır, sanatta, edebiyatta, din de ve felsefede farklı yabancılaşma şekilleri ortaya konmuştur. Albert Camu’nun Yabancı Letrance romanında hayata yabancılaşmış bir tipi anlatır. Yakup Kadri, İstiklal Savaşı yıllarında bir Anadolu köyüne düşen kahramanı Ahmet Celal’in yaban olarak tanıtır.Edebiyat ve sanatta, felsefede garip teması da biraz yabancıya yakındır.
Hegel’in ilk defa kullandığı yabancılaşma terimi varlığı anlamlandıramayan insana , hristiyan toplumuna göre verilmiş bir durumdur. Çok zaman insan kendini de evreni de anlayamaz ve yabancılaşır. Varlığı anlamlandıramayan birçok insan bunalımlara düşmüş ve kendine ve evrene yabancılaşmıştır. Mukaddes dinlerdeki peygamber insanların doğa ile ve kendi ile yabancılaşmasını semavi bir ışıkla, vahiyle aydınlatmıştır. Hz Peygamber gelmeden önce Arap toplumu her şeye yabancılaşmış bir toplumdu. Peygamberin gelmesi onları bu yabancılaşmış durumdan kurtardı. Peygamber bu yabancılaşmış toplumu Allah’a çağırmakla yabancılaşmayı dostluğa çevirdi.Ama yabancılaşmanın ışığını almak için günlerce Hira’da Allah’a yalvardı, sonunda yabancılaşmanın kalkmasının ilk adımı atıldı ve Cebrail ona “Oku “ diyerek yabancılaşmış insan doğasını, dostluğa açtı.