Emin değildi. Uzun ve kara bir gecenin koynuna sokulacaktı bir suçlu gibi.
Üzerine üzerine gelen anılarını savuşturamadığı için, kalp atışları hızlanmıştı. Bu yara, rüzgardan genleşip sönen tülün eprimişliği kadar eskiydi. Şimdi kalkıp kapısına gitse, hafifçe tıklatsa, meramını anlatmak için özenli kelimeler seçse, bir mucize olur muydu? Onu anlar mıydı?
Öyle yaptı. Yanına gitti. Yeni bir gelişme olmadı.
Anlamamıştı işte.
Niye böyle yapıyordu acaba?
O buz gibi, ukala ama kırılgan bakıyordu penceresinden.
Belki de çoktandır çatlamış toprakta bir çekirdek gibi duruyordu oysa.
Ağaca öykünen tohum, yemyeşil bir filiz olma yolundaydı.
İnsanlar buna aldırış ediyor muydu? Kıpırtının farkında mıydı? Topraktaki canlıların kaçı umurlarındaydı? Bir bir düşündü bunları. Cevaplar aradı. Zihninde bunları tarttı durdu.
Aldanmanın, ahmaklığın tarihi ne kadar eskiyse, bu durumun gerçekliği o kadar yeniydi.
Dışarısı kadar soğuk.
İçerisi kadar müşfik.
“Yalnız bana ait bir dünyanın anahtarını sana sunuyorum.” demişti.
Geri verebilirdi.
O ne yaptı peki?
Müstehzi bir gülüşle seslendi ona.
“Benim bu anahtara ihtiyacım yok.” deyip anahtarı denize attı.
“Sütü bozuk/ deli bozuk.” Kelime anlamının dışındaki yorumları düşündü.
Aslı suretini yalanlıyor.
“Değiştirebilecek misin?”
“Hayır…”
Bir şey çatırdadı sanki zihninde.
Şimdi bütün hakikatin saçılması gibi bu. Derin bir sessizliğin uzadığı, kopup ayrıldığı bir tan yeri kızıllığında yitip gitti güncel kaygılar.
Nasıl soğuturuz? Zaten kayıp olacak ya, hamle yapıp, herşeyi ateşe vermek gibi bir hal. Geriye kalan isterse bir avuç kor olsun, isterse kül olsun.
Bunu nasıl isterdi kendisinden, hüzün bir gölge gibi takip ederken onu, nasıl gülebilirdi kahkahalarla? Külünü savurduğu öfkesini, dindirmeden çok önce, herkesi korkudan tir tir titretirken, ağlatırken bu hallere düşeceğini nereden bilebilirdi?
Ona şunları söylemek isterdim:
“Ama aşamalı olarak “özlem” katmerleşip, kabuklanıyor. Biz kabuğun öze uyumunu tartışıp dururken öz çürüyor. Kabuk dağılırken, gözyaşlarım istemsiz akıyor. Geri vitese takılmış bir araba hızında pişmanlıklarım gözümün önünden bir bir geçiyor. Ne olacak şimdi? diye düşünüyorum.”
Pekiyi. Seni sevmekten vazgeçiyorum. Seni anlamaya karar verdim. Biraz da böyle deneyeceğim senin kitabını okumaya. Deneye yanıla doğru çizgiyi tutturacağımı sanıyorum. Dikiş tutturamadığım pazarlamacılığı, ha bir de garsonluğu saymazsak, sigortalı bir işe girme girişimlerimi ve kendime has eşsiz deneyimlerimi gözönüne alırsak, aslında fena da sayılmam. Yirmisini süren birine göre gayretli sayılırım işte. İyi kötü kazanıyorum. Seni kaybetmemek için daha çok çabalamam gerekiyor. Yoksa her gece yinelenen rüyamın gerçekliğini yakalamak zor olmasa gerek. Ha hemen alınma. Rüyamda seninle birlikte yeşil bir vadide yürüyoruz. Elele, kendinden emin yürürken, müthiş bir iç huzuruyla donanmış vücutlarımız tüyden hafif. Düşünebiliyor musun?O vadi bizim için kolaylaşmış dünya hayatı, ruhumuz aşkımızla ışımış, kimseler aldırış etmeden yaşayıp gidiyoruz işte. Bu düşündüklerimi duysan, yüzünün hatları muhakkak gevşer, somurtmaktan vazgeçersin. Gerçi, fotoğrafınla konuştuğumu bilseydin kahkahayla ortalığı çınlatacağından da eminim. Ne yapayım yüzüne hasretim, en iyisi bu. Terapi gibi geliyor bana. Fotoğrafını özenle cüzdanımın fermuarlı gözüne yerleştiriyorum. Bunu törensel bir ivmeyle yaptığımdan emin olabilirsin.
Şimdi üzeri faturalarla dolu çalışma masamın başında oturup tarçın kokusunu içime çekiyorum. Bardağın içinde 3 karanfil ve bir tarçın çubuğu ile çayımı yudumluyorum. Bir nebze zihnimi toplamam ve moral bulmam için Allah ‘tan ne isteyebilirim şimdilik?”
Fakat cesaretim yok bunları bir bir demeye. Bir gün olacak… Yeterince param ve cesaretim olduğunda …
O günü iple çekiyorum.
Gökyüzü karardı. Zehir gibi bir soğuk tenini kesiyor adeta. Bıçağın metal yüzünü anımsatan bir soğukluk yayılıyor vücuduna. Onunla en baştan konuştuklarını düşünüyor.
(Meral AFACAN BAYRAK'ın Mühür Kitaplığından çıkan Tarçın Çıkmazı isimli kitabından alınmıştır.)