Büyük bir kervan ve azim bir kafile gibi, mazinin derelerinden gelip vücut ve hayat sahrasına misafir olan bu insan kafilesi; kendisini bekleyen bir 'ebedi hayata' doğru yolculuk yapmaktadır. Ebedi hayata göre bir kahvaltı ya da bir 'müddetçik' olan şu dünyadaki asıl işi de kendisini bekleyen ebedi hayattaki saadetinin "derece ve numaralarını" tespit etmektir. Bu tespit ve tayin,onu dünya saadetine de götürecektir. Yani insanın, bu dünyaya gelmesi kendi elinde değildir ama dünya saadetini ve ebedi saadeti elde etmek kendisine bırakılmıştır.
Bu büyük ve asırlara, devirlere bölünmüş insan kervanına; bu asıl işini hatırlatmak ve onlara verilen vücut ve kabiliyetlerini imkan ve zaman sermayesini kullanırken ,şaşırıp dünya ve ahiretini berbat etmemesi için de rehberler gönderilmiştir.İçinde bulunduğumuz için,bizi çok alakadar eden şimdiki kervanın reisi de Hz Peygamberimiz Aleyhisselamdır. Elindeki ferman da Kur'an-ı Azimüşşandır. Öyleyse, beşerin ilk ve önemli işi; iki dünyanın saadet düsturlarını gösteren Peygambere ve onun elindeki risalet beratı olan Kur'an'a kulak vermek olmalı değil midir?
Size hepimizin çok aşina olduğu bir örnek vereceğim. Bir insan, doktor ya da mühendis olmak istiyorsa; tıp veya mühendislik fakültesine kaydolur değil mi? Bir insan okula gidip bir rehber öğretmen taliminden geçmeden, ben bu tıp ve mühendislik kitaplarını okuyarak, doktor veya mühendis olacağım diyebilir mi? Bu kitapları okuyarak yarım yamalak bir şeyler öğrenebilir fakat bu öğrendikleri onu ,doktor veya mühendis yapmaz.İşte Kuran'ı Hakim de Rabbimizin ilim sıfatından gelen yaş ve kuru, değeri nispetinde ve zamanı gelince anlaşılıp izah edilecek şekilde içinde bulunan bir Hitab-ı Ezelisidir.Nasıl Rabbimizin kudret sıfatından gelen kainat kitabını anlamak için,kendi dalında derinleşip yine Rabbimizin kainata yaratıp koyduğu, kanunları, sırları ortaya çıkaran fen âlimleri varsa;aynen öyle de ilim sıfatından gelen Kur'an'ın da sırlarını yeri geldikçe ortaya çıkaran ehli ilim âlimleri vardır.
Ezeli Üstadından aldığı, ezeli hutbe olan Kur'an'ı, hayatı ile yaşayıp beşere ilk ders veren Hazreti Peygamber Aleyhisselamdır. Onu ve onun hayatını ya da onun ders verdiği talebelerinin derslerini dinlemeden, Kur'an'ı sadece mealden okuyup anlayacağım diyen insan; tıp kitaplarını tek başına okuyup doktor olacağım diyen insana benzer. Böyle okumalar insanı, bu Fahrettin Şahin kardeşimde olduğu gibi ya bazen Maocu ya da günümüzde emsaline rastladığımız gibi başıbozuk bir serseri durumuna düşüren bir deist yapıyor maalesef.
Kur'an'ı Hakim, bütün asırlara ve o asırdaki bütün insan topluluklarına ders veren İlahî bir kitaptır.Hazreti Peygamber ise en mükemmel ve en parlak rehberimizdir.Ondan sonra,her asırda gelen ve o asrın hücumlarını göğüsleyip onlara cevaplar veren müceddidler ise, onun asistanları durumundadır.Bizler ise, Hazreti Peygamberin verdiği o küllî dersi; onun asistanlarıyla daha iyi anlama gayretinde olan talebeler konumundayız.Eğer talebe olabilirsek elbette.
İşte biz de Fahrettin Şahin arkadaşımızla aynı asırda bulunmamız hasebiyle; bu asırda bir müceddid olduğunu,hayatıyla ve eserleri ile ortaya koyan Said Nursi'nin eserlerinin kapısını çalmış ve eserleri okuyanlardan, suallerimizin cevaplarını istiyorduk.
İlk defa, sonrasında ise devamlı aşina olup dost olduğumuz, eğitim camiasından yüksekokul müdürü rahmetli Mehmet Zenginbal,milli eğitim müdür yardımcısı Cemal Şeref Ramazanoğlu ve müfettiş Elvan Derindere ile tanışmıştık.Bizim sohbetlere daha ilk gelen talebeler olduğumuzu öğrenip şefkatli ve yumuşak tavırları ile bizi celbeden Yunus Uzun abimiz ve rahmetli İbrahim Toprak ve yine rahmetli Murat Hutoğlu abimiz de diğer tanıştığımız nadir insanlardı.
Kalabalık bir cumartesi dersinde,sorular sanki benimmiş gibi ders okuyan rahmetli Mehmet Zenginbal hocama sormuştum. Herkes,okunan dersi anlayıp anlamadığımı kontrol eder gibi bana bakıyordu ama ben bundan rahatsız olmuyordum.Böylece Fahrettin Şahin arkadaşım hem mahcup olmuyor hem de rahat bir şekilde dersi dinleyebiliyordu.Derse birlikte katıldığımız bu ilk haftada ,kader konusunu sormuştum.
Kaderimde böyle yazıldığına ve kader de değişmeyeceğini göre,ben bu halimle kaderimi yaşamış olmuyor muyum, yanlış bir yola girdiysem ne suçum vardı?
Rahmetli Mehmet Zenginbal, biraz yapılı fakat nazik bir insandı.Sorumuzu iyice dinledi ve 26.Sözde olan kader bahsini açarak, kelimeleri insan zihnine sanki çakar şekilde telaffuz eden sesi ile, tane tane olmaya başladı. Bu yazımda onun okuduğu bu dersi, hatırımda kaldığı kadarıyla özetlemeye çalışacağım.Bunu takip eden yazımda ise, diğer sohbetlerde sorduğumuz soruları ve verilen cevaplarla, Fahrettin'in tepkilerini anlatmaya çalışacağım inşallah.
Mehmet Zenginbal hocamız, "Kader ve cüz-i ihtiyari, iki mesele-i mühimmedir" cümlesini okuduktan sonra;"Önce kaderin ne anlama geldiğini anlatıp sonra cüzi iradeye geçelim" diyerek 'kaderin' kelime anlamı anlatmaya başladı.
"Kader plan, program, takdir demektir .Nasıl bir elbiseye baktığımızda ,kumaşın bir terzinin takdiriyle biçilip dikildiğini anlarız;yine bir güzel kitaba nazar ettiğimizde onun bir yazarın zihninde takdir edilmiş, planlamış ve bu takdire göre de yazılmış olduğunu anlarız.Aynen öyle de şu harika bir sanat olan insan ve bir kitap şeklindeki şu kâinat ve içindeki tüm yaratılanların, intizamlı yapılışları ve işleyişlerinden de anlarız ki bunlar,bir plan ve program dahilinde yaratılmışlar ve hareket etmektedirler.Cansız bir tablonun,bir ressamın ilminden ve takdirinden aktığını gören ve bilen bir insan, hayat dolu şu kainat tablosunu gördüğünde de bunların arkasında,Allah'ın takdir ettiği programı yani kainatın kaderini görecek ve anlayacaktır.
İşte kainatın bu plan ve takdiri içinde biz de varız.Cenab-ı Allah,bizi dünyaya göndermeden önce ,bize dünyadaki ihtiyaçlarımıza göre cihazatlar takarak; kainatı da bize cevap verecek şekilde, hayvanatı ise insana hizmet için takdir ve takdirine göre de tanzim edip yaratmıştır.
Bir hekimin hastasına;öğretmenin talebesine; babanın da evladına olan şefkat ve merhametinin gereği,onun saadet ve iyiliği için birtakım emir ve yasaklar demetinden meydana gelen program tavsiyesi olduğu gibi; Rabbimiz de bize, dünya ve ahiret saadeti için birtakım emir ve yasaklar da takdir etmiştir.Binlerle hikmetleri bulunan ve ya bizzat ya da neticeleri yönüyle güzel olan bu kadere biz 'ızdırârî kader'diyoruz . Rengimiz, ırkımız ,yurdumuz,anne ve babamızın takdiri; bizim tercihimize bırakılmadığı gibi,kâinatın takdiri de bizim irademize bırakılmamıştır. Bunlardan ,mesul de değiliz.
"Fakat sorulan soru, bu kaderle ilgili değil de bizim fiillerimizi ilgilendiren 'ihtiyârî kader' dediğimiz;bizim tercihimize yani cüz'-i ihtiyarımıza bırakılan kaderle ilgili olduğu için, şimdi onu da okumaya çalışalım." diye devam ederek cevabını sürdürdü .
Eğer desen, "Kader ile cüz'-i ihtiyârî, nasıl tevfik edilebilir?"
Yani bir tarafta kaderimiz değişmiyor, bir taraftan da vicdanen de biliyoruz ki karar veren biziz.Bu ikisini bir arada nasıl izah edeceğiz?
Elcevap: Yedi vecihle.
Birincisi: Elbette kainatın intizam ve mîzan lisaniyle hikmet ve adâletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevap ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz'-i ihtiyarî vermiştir.
Yani yeme,içme,yatıp kalkmadan tut ;her yönelişimize kadar, yapabileceğimiz binlerce işten birini seçme hürriyeti dediğimiz cüz'-i irademizle karar vermeden, hiçbir fiilin ortaya çıkmadığını,hem vicdanen biliyoruz hem de bunun aksi, bütün fiilleri adâletini gösteren ve Âdil-i Hakîm olan Rabbimizin hikmetine de zıttır.Bizim karar vermeden ortaya çıkmadığını vicdanen bildiğimiz fiilin, sadece yaratanı Rabbimizdir. Kararı bize ait olan fiilin, elbetteki mesuliyeti de bize aittir.Yani fiilin aslında yaratan O'dur ama fiilin sıfatına, iyi ya da kötü oluşuna karar veren bizleriz, o zaman mesul de elbette ki biz oluruz. Rabbimiz, bize böyle bir irade, yani tercih hakkı vermeden, "Bu sevaptır, mükafatı vardır; bu da günahtır cezayı gerektirir." buyurmaktan elbette münezzehtir.
Üçüncüsü: ... Kader, ilm-i İlâhinîn bir nev'idir. İlm-i İlâhî ihtiyarımıza taaluk etmiş. (Bizim hangi fiilleri işleyeceğimizi bilmiş). Öyle ise, ihtiyarımızı, (bizim karar vermemizi) te'yit ediyor.(gösteriyor) iptal etmiyor. (Ortadan kaldırmıyor).
Bu kısmı anlamamız için, Allah'ın ezelî ilminin neleri ihâta ettiğini bilmemiz gerekmektedir.Allah'ın ilmi, "sonsuz geçmişi ,şu anımızı ve sonsuz geleceği" aynı anda gören ve ihata eden bir ayna misâlî gibidir.Onun İlm-i Ezelisine göre; dün, bugün, yarın olmadığı gibi, eşyayı da ortaya çıktıkça biliyor ve görüyor da değildir. Dün, bugün ve yarın gibi göreceli zaman dilimleri, bize göredir ve biz, eşyayı ancak ortaya çıktıkça görürüz ve ne olduklarını biliriz.
Cenab-ı Allah ise mahlûkâtı (yaratacaklarını),başlangıcı söz konusu olmayan ezeli ilmiyle, ezelden beri biliyor , görüyor ,takdir ediyor ve zamanı gelince de yaratıyor.Bu yaratmasına da 'kaza' diyoruz.Yani ,bizim hür irademizle hangi fiilere yöneleceğimizi; biz yöneldikten sonra "şimdi" biliyor değil, ezelden beri biliyor. Bildiği için de kaderimizde bunlar takdir ediliyor, yoksa biz bu fiilleri takdir edildiği için yapmıyoruz.Zaten bilmemesi ,bir noksanlıktır ,O ise noksanlıktan münezzehtir.İleride de izah edileceği gibi Rabbimiz ,biz ne karar verirsek, onu bilirim diyor; sizin ne yapacağınıza 'ben karar veririm' demiyor. Demek karar veren biziz,mesul de biz oluruz. Bizim yanlış kararlarımızı engellemesi ise, imtihan sırrına uymaz.
Demek kararı veren biziz; fiili yaratan Rabbimizdir.Biz karar vermeden de bizi bir karar için zorlamıyor.Mesela yürümek fiilini yaratan O'dur fakat nereye yürüyeceğimizin kararını, şahane serbestlikle biz veririz.Yazı fiilini yaratan O'dur ama ne yazacağımıza biz karar veririz.Sadece neyi yazacağımızı önceden biliyor fakat O'nun bunu bilmesi,bu fiilleri bize yaptırmıyor.
Dördüncüsü:Kader, ilim nev'indendir. İlim, mâlûma tâbidir. Yani, nasıl olacak, öyle taallûk ediyor.Yoksa mâlûm ilme tâbi değil.
Bu hakikatı anlamamız için, bazı izahlarda bulunmuş ve örnekler de vermişti.
Mâlûm olan, bir kimsenin işlediği iyi veya kötü âmellerdir yani fiilleridir. Kul, o fiilleri işleyeceği için, âlim-i mutlak olan Allah, öylece bilmiştir. Yoksa Cenab-ı Hak, öyle bildiği ve kader defterine takdîr edip yazdığı için, kul da bu fiilleri mecburen işlemiş ya da işliyor değildir. Yani 'mâlûm' olan bizim bu fiilerimizi yapıyor olmamızın nedeni, Onun bu fiilleri bilip takdir etmesi değildir. Rabbimiz, ne yapacağımızı bildiği için biz bunları yapmıyoruz;O bizim ne yapacağımızı bildiği için yazmıştır.Mesul de biziz. Sen âbîd olursan seni âbîd;eşkıya olursan da seni eşkıya bilecektir.Onun seni eşkıya bilmesi ,seni eşkıya yapmaz. Sadece önceden bildiği senin yapacağın fiili,zamanı gelince de sen karar verdiğinde yaratmaktadır, buna da kaza diyoruz.
Bunları anlamamız için de birkaç örnek vermişti ve dersi bitirmişti.
-Ayın ne zaman tutulacağını astronomi ilmi önceden tespit edip takvim yaprağına yazıyor.O yazdığı için mi ay tutuluyor yoksa ayın tutulacağını bildikleri için mi yazmışlar .
-Geçmişi kayıt altına alan bir alet olduğu gibi,geleceği de tespit edecek bir alet bulunsa; geçmişte dedemizin kabahatini o alete vermeyiz. Çünkü o kabahati o yapmıştır onu biliriz.İşte torunumuzun kabahatini de tespit eden o alete veremeyiz .Çünkü o sadece tesbit etmiştir.
-Bir öğretmen ferâsetiyle öğrencilerin sene sonunda alacakları notları tespit edip önceden yazsa; tembel öğrenci:" Hocam beni çalışkan bilip öyle tespit etseydin ben de sınıf geçerdim." diyebilir mi?
Ders bitmişti. Diğer sorularımızı ise diğer derslere saklı tutmuştuk.Fahrettin ve ben ise bu izahlardan tam dersini almış olarak ayrılıyorduk.O gece, okulumuza zamanında yetiştirmek için,yağmur altında arabasının patlayan tekerini takıp bizi ıslatmadan okula bırakan rahmetli Murat Hutoğlunu ise unutmamız mümkün değildi.Belki bu fedakârane hizmet,bizi o ders kadar etkilemişti.
Evet dostlar,insan kervanına bu asırda katılmış olan bizler, bu asrın Kur'an dersini, yeterince okuyup istifade edebiliyor muyuz acaba.
Selam ve dua ile.