Onuncu Söz-Haşir Risalesi’nin hakikatlere açılan kapılarından içeri girmeye devam ediyoruz.
Dikkat edilirse eser metni olan ve aşağıya da aldığımız “2. Hakikat”in ilk cümlesi, daha önce bahsettiğimiz üçlü delillendirmenin bir arada kullanıldığı bir özet cümlesi özelliğindedir.
“Hiç mümkün müdür ki: Gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi; kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücazatta bulunmasın. Evet şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki; en âciz, en zaîften tut tâ en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor. En zaîf, en âcize en iyi rızık veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir kerem eli içinde işlediğini bedâheten gösteriyor.”
Ortada görülen eserlerden bahsediliyor ve “bu eserlerin ifade ettiği manalar olan ikram ve rahmet sahibi olmanın lüzumu olan mükâfatta bulunmak” ile “şerefli ve haysiyetli olmanın gerektirdiği hak edenleri cezalandırmak” noktasına intikal ettiriliyoruz. Madde âleminden verilen misaller ise her zaman ve her yerde görüp aksini iddia edemeyeceğimiz kadar açık vakıalar. Sadece belki bugüne kadar gerçek anlamda anlamlandıramamış olabiliriz. Sürekli devam eden ve aksamadan çalışan bir sisteme ve etrafımızdaki şaşırtıcı olaylara, çok alışmamız sebebiyle araya giren sıradanlık perdesinin arka tarafından bakmalıyız. Öyle acaip bir psikoloji oluşturuyor ki bu alışmışlık.. Sanki her şey olduğu şekliyle, nasıl oluyorsa o tarzda olmak zorunda! Âdeta hiçbir şey mucize değil ve zaten kendi kendine oluyor gibi düşünüyoruz.
Hâlbuki işin aslı hiç de böyle değil. Siz de içinizde tüm kalbinizle bunu hissediyorsunuz ve aklen biliyorsunuz.
Düşünün, bir sabah işinize gitseniz ve odanıza girdiğinizde masanızda tam da sizin sevdiğiniz tarzda hazırlanmış bir kahvaltı ve kahveyle karşılaşsanız, bunun biri tarafından masanıza gönderildiği aklınıza gelmez mi? Fakat etrafınıza bakıyorsunuz, kimseyi göremiyorsunuz. Tamam, neyse diyorsunuz ve yemeye başlıyorsunuz. İlk günlerde şaşırıyorsunuz tabi ve size özel hazırlandığı çok belli olan bu güzel kahvaltıyı göndereni merak ediyorsunuz ve etrafınızdaki insanlara soruyorsunuz. Fakat kimse size cevap vermiyor ve merakınıza muhatap olacak kimseyi de bulamıyorsunuz. Hatta böyle bir şeyi merak ettiğiniz için insanlar sizi garip buluyorlar. İşin ilginci diğer insanların da her gün masalarına böyle kahvaltılar her gün meçhul bir şekilde senelerdir gönderiliyormuş. O yüzden artık kimsenin nereden ve niçin gönderildiğini sorgulamadığını ve bu duruma alışmış şekilde yaşamayı öğrenmiş olduklarını anlıyorsunuz. Bunu görüyor ve bir süre sonra siz de aynı şekilde davranmaya başlıyorsunuz. Zamanla ve yıllar geçtikçe kahvaltının kendi kendine geldiği, hatta gelmesinin zorunluluk olduğu hissi zihninize iyice yerleşmeye başlıyor ve her gün düzenli olarak gelen o kahvaltıyı birinin size ve herkese göndermiş olması gerektiğini hiç düşünmeyen, hatırlamayan ve merak etmeyen bir hâle geliyorsunuz. Uzun yıllar boyunca bu durum aksamadan böylece devam edip gittiğinden ve etrafınızdaki insanları da zaten ilgisiz ve umursamaz gördüğünüzden, siz de artık merak etmiyor ve hiç sorgulamıyorsunuz.
Ne demeye çalıştığımızı anlamış olmalısınız değil mi? Dünya üzerindeki bütün canlılar rızıklarını -hikmetli istisnalar haricinde- her zaman ve her yerde muntazaman ve mükemmelen buluyorlar. Birbirlerini düşünmekten ve şuurlu işler yapmaktan aciz oldukları ve bir iş birliği içinde beraber çalışmayı akıl etmekten çok uzak düştükleri hâlde, sanki onların her birine biri tarafından bir görev verilmiş gibi çalıştıklarını görüyorsunuz. Hiç düşünmedikleri ve şuurları işin içine dâhil olmadığı hâlde, bitkiler hayvanlar için, hayvanlar insanlar için ortak yaşam dengesini koruyacak ve canlılıklarını sürdürecekleri rızıklar oluyorlar.
İşte böyle bir noktada biri çıkıp “Tesadüf bunlar, öyle denk gelmiş işte, tabiatın kanunundan başka bir şey değil, siz lüzumsuz başka anlamlar yüklüyorsunuz bu kendiliğinden işleyen ve olup biten olaylara” dediği anda “Madem öyle, rızık bulmanın güç ve iktidar ile doğru orantılı olması gerekirdi, neden tam tersi yönde cereyan ettiğinin izahını yapınız” diye cevap vermek gerekmez mi?
Bitkilerin hiçbir mecburiyetleri olmadığı hâlde gözümüze hitap eden, vücudumuzu besleyen, hastalıklara şifa olan, çeşit çeşit faydaları bulunan meyve ve sebzeler üretmelerini ve bulundukları yerden hareket edemeyen o bitkilere rızıklarının ayaklarına kadar gelmesini nasıl ve ne şekilde algılamalıyız? Tıp ve eczacılık bilimini nasıl tasavvur ediyoruz zihnimizde? Sanki bitkiler o hastalıklara şifa olan maddeleri içlerinde barındırmak ve bizim için yetiştirmek zorundalarmış gibi değil mi? Güneşin, her gün bulunduğu yerde durup bizi yakıp kavurmadan, üşütüp dondurmadan, dünya üzerindeki hayatı devam ettirecek dengeyi bozmamaya sanki mecburiyeti varmış gibi bir tasavvurumuz yok mu? Peki ya rahmet ismi verilen yağmur? Nasıl bir kendiliğindenlik eseri olarak, bu kadar hassas dengelerle, zarar vermeden, yumuşak bir şekilde inebilir bu bulutlardan düşen tonlarca su kütlesi? İmkânı var mı? (İsterseniz bir internet arama sitesine "Yağmurun yeryüzüne iniş sürati" yazın ve yağmurun damlalar hâlinde ve düşük bir hızla inmesi için nasıl şaşırtıcı mekanizmalara sahip olduğunu okuyun.)
Niye canlı ve cansız her şey tam da olması gerektiği şekilde vaziyet almış ve büyük bir saatin işleyişini sağlayan dişli çarklar gibi hepsi de yerli yerine oturmuş ve düzgünce çalışıyorlar gibi görünüyorlar?
Hepsi de mi tesadüf? Tüm bunlar kendi kendine olan işler nasıl olabilir? Şuursuz bir canlının kendisinin haricindekileri ve genel düzenin işleyişini düşünüyormuş ve bizlere merhamet ediyormuş gibi davranıp, hareketini ona göre ayarlaması, nasıl bir rastgeleliğin ve kasıtsızlığın eseri olabilir? İncir ağacı mademki kendisi çamur yiyor, meyvelerine süzülmüş bir süt yediriyor. O hâlde bu gibi olaylar altında cereyan eden bir başka mana olduğunu anlamak gerekmiyor mu?
Şimdi soruyoruz: Bir ikram manası, bir merhamet ve acıma eseri, göz ile görülen bir hakikat midir? Yoksa akıl ve kalple görülüp manası ancak şuur sahiplerince takdir edilebilen soyut bir hakikat midir? Şuursuzların elinden çıkan şuurlu işlerin, o şuursuzların işi olmadığını görememek ve o şuursuz eşyayı şuurlu olarak kullanan ve onları kendine perde yaparak arka planda işleyen ve onları da kendi hesabına işlettiren bir başka şuur sahibinin varlığına hükmedememek için ne kadar şuursuz olmak gerekiyor?
Gözlerimizle gördüğümüz işlerin ifade ettiği manalara intikal ettiğimiz zaman diyeceğiz ki: “Bulunduğumuz yerde bizi düşünen ve merhametiyle her şeyi, hayatın ve bizim etrafımızda hizmete koşturan biri var. Yoksa bu işler -başka türlü- böyle şekil alamazdı.” Hem bu kadar ihtişamlı bir düzende çalışan ve önemli görevler üstlenen atomlardan yıldızlara kadar her şeyin mutlak bir itaat altında çalıştırılmaları gösteriyor ki, hepsinin boyun eğdiği haşmetli, kudretli, azametli biri olmalı ve elbette O’nun büyük bir haysiyeti, şerefi ve otoritesi de mevcut olmalıdır.
Peki, varlığı çok açık olarak kendini gösteren o rahmet ve izzet, kendilerini bu fâni dünyada tam olarak gösterebiliyorlar mı? Eğer bir ebedî hayat olmazsa ve başka bâki bir âleme gidilmezse, bu incelikli ikramların ve ihtişamlı faaliyetlerin ne anlamı olacak? Geri dönmemek üzere ölüme mahkûm olan bir insan olarak, O’nun kendini bildirmek ve tanıttırmak ve kendi sonsuz güzelliğini ve mükemmelliğini üstümüzde görmek ve göstermek istemesi manaları (O ebedî olarak varlığını devam ettirirken) bizim yokluğumuzla hiçe inmeyecek mi? Bizlere gösterdiği bunca merhametin, ikramın, nimetlerin ne anlamı kalacak?
Madem böyle yapacaktı, o hâlde hiç vermeseydi ve hiç yaratmasaydı dedirtmeyecek midir? Demediniz mi hiç, çok sevdiğiniz fakat ayrıldığınız biri için: “Keşke seni hiç tanımasaydım ve bu kadar acıyı da çekmeseydim!” Fakat bu yaşamaya devam ettiğiniz ve başkaca sevgileri hayatınıza almaya devam edebileceğiniz için çok hafif bir mertebe. Şimdi düşünün, hayatta güzellik namına ne varsa, ne kadar nimet tatmışsanız hepsi ve ne kadar insan tanımış ve sevmişseniz ve sizi bir insan olarak çoğaltan ne kadar şey yaşamışsanız tümü, sanki hiç yaşanmamışçasına yok olup gidecek, en ufak bir teselli noktası bile kalmamacasına. Size böyle muamele eden birine artık sevgi, muhabbet ve hürmetiniz kalır mı? Bu noktadan sonra hâlâ O’nu merhamet sahibi biri olarak görmeye devam mı edersiniz, yoksa sizinle bir oyuncak gibi oynadıktan sonra kırıp atan, karaktersiz ve sadist bir oyuncu psikopat olduğuna mı hükmedersiniz? Kâinatın manevî hazinelerini açan aklınız, aslında çok büyük bir nimet iken, âhiretin gelmemesi ile nasıl da uğursuz ve azap verici bir bela olur. Çünkü bütün ayrılıkların hüznünü ve tüm yok oluşların elemini başınıza toplar ve sizi çılgına çevirir. Kabul edemezsiniz böyle bir sonu; ya hatırlamamalı veya uyuşturmalısınız kendinizi. Çünkü böylesi bir acı, cehennemden fazla yakan ve içinizi kaskatı eden dondurucu bir ateştir.
Şimdi soruyoruz: Size böyle güzelce ve özenle bakan ve yaşatan büyük rahmet ve her yerde eseri görülen merhamet hakikati, hiç bu çirkin manaların gerçekleşmesine ve merhametinin azaba, nimetinin belaya, minnettarlığınızın ve O’na olan sevginizin katıksız bir nefrete dönüşmesine izin verir mi ve hiç böyle bir şeye razı olur mu? Üstelik sizi başıboş bırakmadığını ve buradan çok daha güzel bir mekâna sizi mutlaka götüreceğini defalarca haber ve vaad etmişse? Bunun aksi ihtimalinin gerçekleşmesini hiç aklınız alıyor mu, buna imkân var mıdır?
İnsan kadar zulümler işleyen, hukuklar çiğneyen bir mahlûk dünya üzerinde görünmüyor. Kendi mülkünde cereyan eden her ufak işi özenle takip eden, düzen altına alan ve tüm zerreleri idare ve hâkimiyetinde çalıştıran böyle büyük haysiyet ve şeref sahibi bir zât; insanı ölümle kabre atıp, bir daha yanına çağırmadan ve yaptıklarının hesabını sormadan kendi hâline bırakır mı hiç? Bu O’nun haysiyetine yakışır mı? Böyle bir şeye en ufak bir ihtimal verilebilir mi?
Eser metninin son paragrafı da -hatta belki Haşir Risalesi’nin tamamı böyledir- yüksek sesle ve coşkuyla okunmaya ve ilan edilmeye lâyık muhteşem bir hakikati tespit ediyor. İnsanın kabiliyeti ve vazifesinin büyüklüğüyle beraber ve kendini muhteşem bir şekilde tanıttıran bir yaratıcısı varken; O’nu iman ile tanımamanın, ibadetle sevmemenin ve nimetlerine hürmet etmeyi ifade eden hamd ve şükrü yapmamanın cezasız kalmasını ve yaratıcısının tüm maksatlarına uygun hareket edenlerin de mükâfatsız kalmasını tasavvur etmek, Allah’ın varlığının kabulü ile birlikte düşünülebilecek bir şey değildir. Böyle bir şey açıkçası hiç mümkün görünmüyor. Allah’ın varlığının inkârı ise, gözümüz önündeki kâinatın içinde her vakit işleyen faaliyetleri inkâr etmeden mümkün olamıyor.
Demek ki, içinde bulunduğumuz dünyanın gerçek olması ne kadar kesin ise, âhiretin ve ebedî hayatın varlığı da o kesinlikte ve sağlamlıkta sarsılmaz bir hakikat hâline geliyor.
Risale-i Nur Eğitim Programı’mızın “Öldükten Sonra Dirilişin ve Ebedî Hayatın Varlığının İspatı” isimli bölümünün bir parçası ve Onuncu Söz-Haşir Risalesi’nin 2. Hakikat”inin izah metni olan yazımızda sunulan hakikatlerin tam olarak hissedilerek pekiştirilmesi için, eser metnini de içeren görsel destekli ders videosunu da aşağıdaki adresten izlemenizi tavsiye ediyoruz.
Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı-63 Ders Videosu: (Meçhul Kahvaltı)
https://youtu.be/M94YLLKqDnw