Medeniyet meselesine girmek istemiyordum: Fütûhât-ı Medeniyye kitabına saklamıştım her şeyi. Ama mecburen giriyorum artık, iki yazıyla.
Önce şu: Bizim esaslı bir medeniyet fikrimiz yok hâlâ. İnsanlar, "medeniyet"ten sözediyorlar sık sık; ama "hepimiz"in zihnindeki "medeniyet" fikri, modernliğin çocuğu sivilizasyon algısı yalnızca. O hâlde, neyin kavgasını veriyoruz acaba?
***
"Medeniyet", modern entelektüelin icadı; yaygınlaştırılması ve meşrulaştırılması da, akademisyenin marifeti. İki figür de, hem hak'tan nasipsiz, hem de "halk"tan: O yüzden, bu iki figürün, bizi fırlattığı yer, "izm" çukuru: Entelektüalizm ve akademizm kıskacı.
Entelektüel/izm ve akademi/zm, dünyayı, eşyayı ve insanı anlama sürecinde bir işe yarıyor elbette; ama çok sınırlı bir yere kadar. Ne ki, varoluş ve hareket alanlarının sınırlılığı ve sınırlayıcılığı nedeniyle, her tür entelektüel çaba, entelektüalizmle; her tür akademik çaba da akademizmle sonuçlanmaya mahkûm: Bunu göremiyoruz işte!
***
Bu nedenle, -ister İslâmcı olsun, ister seküler- entelektüel, modern'in dışına çıkamaz: Sadece çağının çocuğudur. Entelektüel'den hem çağının çocuğu olmasını, hem de çağ aşacak bir yolculuğa çıkmasını beklemek, olmayacak duaya âmin demektir: Zira entelektüelin, uzun ve çağ aşacak yolculuklara çıkabilecek ne derin nefesi, ne derûnî bakışı, ne de selîm bir zevk idraki vardır.
Doğru: Entelektüel, soru sorar, sorgular: Ama kendi hakkında derinlikli sorular sormayı, kendini sorgulamayı unutur. Kendini unutan birinin bize bir şey hatırlatabilmesi ne mümkün!
Entelektüelin yegâne sermayesi, "ben"idir çünkü: Hırsları, ihtirasları, dolayısıyla ben'i / ego'su, entelektüeli teslim alır, yutar. Entelektüelin sorduğu sorular, esas itibariyle, yanlıştır; o yüzden, kısa devre yapar: Aslî değil, arızî olan'la ilişkilidir çünkü. Arızî olan'ı aslî katına yükseltme yanlışı ve yanılgısı, entelektüelin sürgit yanlış ve yanıltıcı sorular sormasına yol açar. Bu da, entelektüeli yorar ve duygusal yapar.
***
Akademisyen, durmuş-oturmuş biri gibidir. Ama sadece "gibi"dir. Akademisyen, "gibi"leri oynar yalnızca. Görünüşte, metni ve zihni, duygudan ve tarafgirlikten uzaktır: Oysa bu, gerçekte, entelektüel'in duygusundan, duygusallığından daha derin bir tuzaktır: Çünkü akademisyen'in metninde de, zihninde de yalnızca tuzu kuru, kupkuru bir akılcılık hükümfermâdır.
Yine, görünüşte, akademisyen'e göre, "ak" ve "kara" yoktur: Ama gerçekte, akademisyen, anlamadığı, aslâ anlayamayacağı, "derûnî yapılar"ı, "gri alanlar" olarak görür ve gösterir; böylelikle "gri alanlar"ın hükümranlığını ilan ederek, hakikati karartır; derûnî dünyalardan gelebilecek ışığı da söndürür. Sonuçta, hâkim zihniyeti ve zihin yapılarını, durumları ve durumalışları aklamakla sonuçlanır bütün uğraşı.
***
Akademik terbiye önemlidir elbette; ama akademizm, entelektüalizm'den daha tehlikelidir: Entelektüel'in zaafları açıktır, "ortada"dır; akademisyen'in zaafları ise örtüktür, şifrelenmiştir: Aklın dışında, daha derûnî düşünme melekelerini devreye girdirmeye kalkıştığınızda, "akademizme ihanet"le suçlanmanız ve "aforoz" edilmeniz "doğal"dır. Akademizmi ancak akademizmin silahıyla vurabilirsiniz: Akılcılık. Buysa, sizin, kendinizi kendi ellerinizle vurmanız, demektir: Zira "akıl, düşünmeyi mümkün kılan değil, öldüren bir şeydir" (Heidegger).
***
Entelektüel, -Kant'ın hayalinin aksine- modernliğin henüz ergenlik çağına ulaş/a/mamış çocuğuydu: Deli-kanlı çocuğu: O yüzden, duygusallıkla sonuçlanan yolculuğu, entelektüeli yedi-bitirdi. Kant'ın hayalini de hayalete çevirdi: Tek yönü vardı entelektüelin: Önü: O yüzden, arkasına bakmadan yürüdü ve düştü entelektüel önüne, yere, sereserpe.
Akademisyen de modernliğin çocuğu: Ama entelektüel gibi hırslı çocuğu değil, "uslu" çocuğu: Kavgacı değil b/uzlaşmacı. O yüzden, her zamanda ve zeminde suyun "yüzey"ine çıkmasını iyi biliyor: "Suyu bulandırmak", insanların ve düzenin rahatını kaçırmak gibi bir derdi yok: Derdi olmadığı için, keyfine bakıyor sadece; insanlığın derdine dermân olabilecek bir yerde duramıyor; hep kaçıyor; kaçak güreşiyor: Tarihselliğe sığınıyor: Ayrıntıların ayartıcı dehlizlerine... Ve kayboluyor neticede. (Bu açmazı aşabilen "cins" bir isim katıldı aramıza: Süleyman Seyfi Öğün).
Entelektüel, cehlini göremeyecek kadar canıtez, aceleci, bencil. Akademisyense, tahsilli câhil: "Tahsildâr" biri: Tek kaygısı, "arsayı ve parsayı kapmak". Duygusu da, yön duygusu da yok akademisyenin. Ruhu var mı peki?
İşi var sadece: Tek işi: "Düzen"e işlerlik kazandırmak, düzeneklerini cilâlamak ve çalıştırmak.
***
Bu iki figür var önümüzde, güya önümüzü açacak. Ama biri yaralı; diğeri "paralı": Epistemolojik körleşme, ontolojik yokoluş. Dolayısıyla, kendileri tedaviye muhtaç, bize nasıl "bakacak", yol açacak?
Yeni Şafak