“Medeniyet” kavramı, batının aynı anlamı ifade için kullandığı “Sivilizasyon” kavramından daha derin ve âdil çağrışımları olan bir kavramdır.
Günümüzde Kentlileşme anlamında kullanılan Sivilizasyon kavramı ise, sadece dünyevi refahı önceleyen ve ukba boyutunu yok sayan tek gözlü, tek dişli, maddeci bir kavramdır.
Arapça kökenli kelimelerin düşüncesizce katliamı döneminde türetilen “Uygarlık” kelimesi ise kökleri olmayan, derinliksiz, buğulu, kısır bir ses parçacığı sadece.
Ayrıca şehirlileşen ilk Türk kavmi olan “Budist Uygur” kavminin adından bozma olan bu kelime, bu yönüyle de evrensel olmayan yerel ve ırki bir anlamı işaret eder.
“Uygar” kavramını anlamlı kılan fikri altyapı, haliyle İslam’dan ya da Kur’an’dan değil Budizm’den, geleneklerden ve beşeri törelerden beslenir.
Hem zaten İslam’ı kabul eden Uygurlar bile çoktan beri Kur’an’ın vazettiği “Medeniyet” kavramı etrafında muhayyile ağlarını örmüşlerdir.
Medeniyet kavramı, hem Medine’tül Fâzıla (Faziletliler Şehri) anlamını içinde barındırmakta, hem de Medine-yi Münevvere (Nurlanmış Şehir) derinliğine uzanmaktadır.
Medine, Kur’an’daki toplum hayatına dair hükümlerin uygulamaya konulduğu ilk Site Devletinin de adıdır.
Bu ilk Kur’ânî Devlet, dünyadaki ilk “Anayasa”nın da uygulandığı devlettir.
Kur’anî ve Nebevî bu anayasa çerçevesinde tüm insanlar kendi haklarını adil bir şekilde tanımlama ve yaşama imkanına sahip olmuştu.
Medine’nin örnekliği ve “asr-ı saaadet” nitelemesine beşiklik edişi sadece toplumsal huzurun ve adaletin şifrelerini barındırmasından mütevelli değildir.
Medine toplumu kazandığı sosyal huzuru, adeta her bir yürekte birer ballı meyve gibi olgunlaşmış “İman”larına da borçluydu.
Mekke döneminde inen ayetler, daha çok imani, psikolojik ve fikri birer tohum gibi, Peygamberin sohbetleriyle her bir sahabenin gönlüne ekilmişti.
Medine dönemi ise işte o yoğun “imanî” ekimin mükemmel mertebede bir hasat dönemidir.
Medeniyet kavramı ile ilgili yapılan bütün açıklamalar, işte o “iman ve fikir” temeli yadsınarak yapıldığından, bugün hâla Medineleşerek Medenileşmekten çok uzağız.
Medine’tül Fazıla’ya ya da Endülüsçe söylemek gerekirse Medine’tüz Zehrâ’ya ulaşabilmenin yegane yolu Bediüzzaman tabiriyle Medrese’tüz Zehrâ’dan geçer.
Yani kapsamlı bir iman, tefekkür hizmeti temeli atılmalı, tüm yüreklerde ve dimağlarda Medine meyvesinin doğuşunu sağlayacak bir Mekke kuluçkası inşa edilmelidir.
Şimdi bazılarının “iman ayrı, medeniyet ayrı” deyişini duyar gibi oluyorum. Çünkü onlara göre Cahilliyeden kalma bir alışkanlıkla, hâla dünya işleri ile din işleri ayrı ilahların alanlarını kapsıyor.(Haşa)
Kuracağımız yeni Medeniyetin imanla ne kadar alakalı olduğunu anlamak için, Bedevîlerin iman nuruyla nasıl Medenîleştiğini ve âleme Üstad olduklarını farketmek yeterli.
Allah’ın “Kuddûs” isminin ne anlama geldiğini bilmeyen, bu ismin derinliğine ve tefekkür âlemine dalmamış bir Mü’minin gerçek manada “temiz” olması düşünülemez.
Ya da adaletin kaynağı olan Allah’ın “Adl” sıfatının kainattaki yansımalarını gözlemleyip tefekkür etmedikçe Gerçek Adalet gayesine ulaşmak imkansız.
Allah’ın Semi (İşiten), Basir (Gören), Alîm (Her şeyi bilen) gibi sıfatlarını yüreğine ve aklına kazımış bir Mimar, bir İktisadcı, bir Yönetici elbette yaptığı işleri daha kaliteli yapacaktır.
Bu arada bu imani derinliğe ulaşmamış, bu tefekkür ve mâna ikliminden uzak nice Müslümanlar da vardır ki, işte bugün İslam’ı kullanan ama maalesef temsil edemeyen kesimdir onlar.
Bırakın Medineli Medeniyeti, şu andaki mimsiz Medeniyetin bile iğreneceği “Kul hakkı ihlalleri” yine o “İslam” peçeli kimi kapitalistlerin tekelindedir.
Elbette bahsettiğimiz iman böyle bir iman değildir. Bahsettiğimiz o Medine Medeniyetinin örnek uygulamaları da henüz bu uygulamalar olamaz.
Kur’an-ı Kerim’de Allah, ekseri ayetlerin sonlarında kendi sonsuz özelliklerine vurgu yapar her seferinde.
İşte “tahallaku bi ahlak’illah” (Allah’ın ahlakıyla ahlaklanınız) hakikati, “o isimlerin yansımalarıyla mücella olunuz!”un başka bir ifadesidir.
Ya da “hulukuhul Kur’an” (Onun ahlakı Kur’an ahlakıydı) tavsifinin mazharı Hz. Muhammed’in Rabbani isim ve sıfatları en kemal manada yansıtan beşer olduğunun veciz bir şekilde anlatımıdır.
Maalesef “Medenileşmek” kavramını dile getirenler, bu kavramın siyasi ve toplumsal yani dünyevi yönüne vurgu yaptılar daha çok.
Kapitalizm, Sosyalizm vb. beşeri ideolojilerle yarıştırma endişesiyle, neredeyse dünyevileştirilen İslâmi kimi kavramlar gibi, “Medeniyet” kavramı da beşeri ve dünyevi bir düzleme indirgendi sorumsuzca.
Halbuki Kur’an’ın Allah’ı, mutlak “Birliği” ile beşeri bir ortaklığı asla kabul edemeyecek Sonsuz ve Mutlak bir Allah.
“Dünya insanların, gökler de benim” gibi bir taksimata asla girmediği gibi kainat ya da tüm kainatlarda “yaş kuru, büyük küçük” her ne varsa hepsinin de tek Hâlıkı, Mâliki ve İdarecisi olduğunu ilan ediyor her defasında.
Böyle bir Vahid-i Ehad Allah’ın varlığına iman tohumlarından sümbüllenmeyen, öyle bir Sonsuz Allah’ın özelliklerinin tefekkür ikliminden beslenmeyen bir Medeniyet, işte bu nedenle Kur’ânî bir medeniyet değildir, olamaz.
Açık konuşalım. Medeniyetimizin kaynağı Medine’deki Ravzasında bir gül gibi açmış Peygamberin gül dudakları arasındaki gül kokulu ilâhi kelamdadır. Bize düşense o gülistanın bülbülleri olmak...
Medineyi Münevvere yapan o nurani “İman” dönemini yok sayan bir Medeniyet bizce “mimsiz” Medeniyet yani “deniyettir”
Terörün, ahlaksızlığın, inançsızlığın, isyanın, kavganın, ırkçılığın, nefretin ve bil umum kötü hasletin kaynağı işte böyle bir medeniyettir.
Bizim kabul ettiğimiz “Medeniyet” kavramı sadece dünyevi refahı ve maddi ikbali içermez.
Hayallerini kurduğumuz ve hasat mevsimine doğru gittikçe yaklaştığımız Medeniyet, anlamını Medine’den ve Medine’de yansıyan “Sonsuzluktan” alır.
Medeniyetimiz bize her türlü dünyevi refahı, maddi kalkınmayı vereceği gibi bizleri ellerimizden tutup cennete, Allahımızın cemâlini müşahede etmeye de götürecektir.
Her namazda “Allahım bize dünyada da, ahirette de hasene ver” duasıyla tüm İslam Milleti için çizdiğimiz “hasenat sarayı” projesinin ete kemiğe bürünmüş halidir Medeniyetimiz.
O halde her zamankinden daha çok iman davasına çalışmak zorundayız. Her zamankinden daha fazla Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarının yansımalarını tefekkür etmek durumundayız.
Bütün televizyonlar, bütün gazeteler, bütün internet siteleri mesailerini sadece imanı takviye konusuna vakfetseler bile azdır gerçekte.
Çünkü tüm dünyayı kuşatacak şekilde muhteşem bir Medine Medeniyetini inşa etmenin yolu, hiçbir zaman olmadığı kadar kapsamlı bir Mekke temelini atmaktan geçiyor.
Temel ne kadar sağlam olursa, elbette yeniden inşa edeceğimiz Medeniyetimiz de o derece metin olacaktır.
Tabii ki bütün bu inşa amellerimizi ne dünyevi refah, ne de uhrevi mükafat kaygısıyla değil sadece Allah’ı razı etmek gayesiyle yapmak zorundayız.
Çünkü Medeniyet Mühendisimiz bize şunu öğretti ki;
“O râzı olduktan sonra bütün dünya küsse ehemmiyeti yok! O kabul ettikten sonra bütün halk reddetse tesiri yok!” (OD)