Bediüzzaman’ın hayalini kurduğu “Medrese’tüz Zehra” projesi aslında Endülüs’ün Medine’tüz Zehrası ile Mısır’ın Camiul Ezher’i arasında kurulmuş gerçekçi bir köprüydü. Medine’tüz Zehra, “Çiçek Şehri” anlamına geliyor. İslam Medeniyeti’nin en ileri noktasını yansıtan bu şehir, mimarisiyle, şehir düzenlemesiyle, su kanallarıyla, çiçek bahçeleriyle, ilim meclisleriyle bugün dahi model alabileceğimiz bir örnek durumunda. Medine’tüz Zehra, İslam güneşinin hayata yansımış şeklini en parlak bir şekilde yansıtırken, Câmi’ul Ezher, medeniyetimizin ilmi zenginliğini en akli formüllerle ortaya koymuştu. Peygamberimizin ahirete intikalinden yaklaşık 300 sene sonra kurulan Medine’tüz Zehra, Kur’an’ın hükümlerinin hakkıyla yaşanması durumunda bizi bekleyen geleceğin de erken bir müjdecisi…
Teessüfle söyleyelim ki İslam dünyası bugün dahi Endülüs’ün fikri ve ufki zenginliğine ulaşamamıştır. Moğol istilasından tutun da, alfabelerin değişimine kadar, elbette bizi tedenni ettiren pek çok makul sebep de sayabiliriz. Ancak her dönemde, geçmişin o zengin birikimini sonrakilere ulaştıran bir Köprü İnsan da çıkmıştır. Mesela Mevlâna, Moğol istilasından apar topar kaçan ailesiyle birlikte, yüreğinde, aklında ruhunda biriktirdiği parlak bir dönemin bütün ilmi derinliğini de yanında getirmiştir. Bugün öve öve bitiremediğimiz Mesnevi’deki o ilmi derinlik, aslında Moğol istilası öncesinde Buhara, Semerkant ve Türkistan gibi İslam beldelerinde doğmuş olan medeniyet güneşinin yansımalarından ibarettir.
Yüzlerce yılın birikimi olan kütüphaneler yakılıp yıkılmış, alimler katledilmiş, Fırat gibi nehirlerden haftalarca mürekkep ve kan akmış, böylelikle en kemal dönemini yaşayan bir medeniyet ağacı daha en mükemmel meyvelerini veremeden tarumar edilmişti. Mevlanalar, Farabiler, İbn-i Sinalar gibi o medeniyet ağacından kopan en tatlı meyvelerin tohumları olan eserler, alemin dört bir yanına saçıldığında, güneşin varlığından bihaber olan kitleler gördükleri bu yansımaları güneşin kendisi sandılar. Aslında o parıltılar, geçmişte yaşanmış yüksek bir medeniyetin sönüşü sırasında etrafa saçılan kıvılcımlardı sadece.
Moğolların istilasına rağmen yeniden küllerinden doğacak kadar güçlü ve parlak olan bu medeniyetin Hindistan dolaylarındaki temsilcilerinden İmam-ı Rabbani, son bir çabayla geçmişin bütün medeniyet hazinelerini yaşadığı döneme taşımayı başarmıştı. İmam-ı Rabbani’nin tavsiyelerini dinleyen Cihangir Şah ve Şah Cihan gibi siyasi temsilcilerin dönemlerinde İslam Medeniyetinin Hindistan boyutu en parlak dönemini yaşamıştı. Tac Mahal gibi şaheserler de işte bu dönemlerin bir meyvesiydi… Muhyiddin İbn-i Arabi, İbn-i Rüşd, İbn-i Tufeyl, İbn-i Firnas gibi bilim adamlarını ve felsefecileri yetiştiren İslam medeniyetin Endülüs güneşi, bir bakıma İmam Gazali gibi İslam alimlerinin de parlamasına sebep olmuştu. Hayatını İbn-i Rüşd, İbn-i Tufeyl gibi Endülüs merkezli felsefecilerin fikirlerini çürütmeye adayan İmam Gazali, Ortadoğu’nun zenginliklerinden istifade ettiği gibi, Endülüs’ün de ışıltılarını yansıtmıştı eserlerinde.
Bediüzzaman ise, medeniyetimizin bütün bu zengin damarlarının kurtulmaya çalışıldığı, alfabenin değiştirildiği, ateizm, pozitivizm, Darwinizm gibi felsefelerin devlet eliyle enjekte edildiği bir dönemde, adeta İslam medeniyetinin Son Samuraylarından oldu ve medeniyetimizin bütün anahtarlarını son bir hamleyle bize ulaştırdı. Bu zengin mirası bize ulaştırırken o kadar titizdi ki, muhteşem medeniyet mirasımızın doğuracağı o muazzam gelecek hatırına, sâdık, sebatkar, ihlaslı olunması gerektiğini defalarca vurguladı. Bu muhteşem hazine liyakatsiz ellere verilemezdi. Yıllar boyunca hapishanelerde, sürgünlerde, bu medeniyetin en kilit kavramlarını yaşayarak ve yaşatarak talebelerine öğretti. Kendi namına değil ama binlerce yıllık o muhteşem medeniyet hesabına endişeliydi. Herhangi bir hata olursa, bu medeniyetin son yansıması da geleceğimizi aydınlatamadan sönüverecekti.
İslam Medeniyetinin en önemli anahtarlarından olan İslam Yazısını yaşatmalarını talebelerinden istediği gibi, asrın bütün felsefi saldırılarına cevap verecek şekilde İman Hizmeti yapma vazifesini de onlara vermişti. Bunu yaparken Risale-i Nur’un bugüne taşıdığı medeniyet dilinin de sadeleştirilmeden muhafaza edilmesini vasiyet etmişti. Bütün bu anahtarlar, zedelenmeden, değiştirilmeden, kaybedilmeden, gelecekte bir yerlerde onları hakkıyla kullanacak olanlara ulaştırılmalıydı çünkü.
Biz ise, o beklenilen günlerin başlangıcının aslında içinde yaşadığımız şu günler olduğunu çok iyi bilmeliyiz. Elimizdeki bu son parıltı da sönmeden, yani Bediüzzaman’ın tabiriyle “başımıza maddi ve manevi bir kıyamet kopmadan”, şahıslarımızı aradan çıkarıp zaman-ı hazırın bütün kıtalarında medeniyetimizin güneşinin yansımasını sağlamalıyız. Bu sefer İhlas Risalesini her gün okuyarak ve hatta her an yaşayarak, herhangi bir inhirafa ve geri dönüşe mahal vermeden, yapmamız gerekenleri çokça konuşmaktan ziyade, bizzat yaparak şu son zamanın hükmünü de tefsir etmeliyiz.
Medrese’tüz Zehra kavramının sadece Câmi’ul Ezhere öykünen “ilmi bir meclis” anlamını taşımadığını, aslında “hayata yansımayı” ifade eden “Medine’tüz Zehra” kavramının da Medrese’tüz Zehra kavramı içinde dahil olduğunu artık anlamalıyız. Programları elimize çoktan verilmiş “Çiçek Medeniyetimizin” mimarları da yine bizler olmalıyız. Bu ulvi amaca ise, ne denenmişlerin yanlışlarını deneyerek, ne de batının kurtulmak istediği zulme bulaşmış o sistemleri ve felsefeleri taklit ederek ulaşamayacağımız açıktır. Zaman kendimize değil ama Rabbimize ve elimizdeki o muhteşem “medeniyet hazinesine” güvenme zamanıdır…
Bir kere daha tüm gücümüzle “eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlal” diyerek, adeta yere kök salmış, hatta çivilenmişçesine azim ve sebatla cephemizde durmalıyız. Bugün, milyonlarca ruhu yeni bir şevkle harekete geçirip, adalet-i mahzaya dayanan kendi “medeniyet sarayımızı” yeniden inşa etme zamanıdır. Emin olalım ki bu son medeniyet sarayı, Endülüs’ün Medine’tüz Zehra’sından bile daha mükemmel olacaktır. Varsın susanlar sussun, varsın sadaketlerini yitirmiş olanlar yitirsin, bizim aklımız başımızda ve imanımız, sebatımız, sadakatimiz son haddinde olursa, yönlerini şaşırmış milyonları da elbette yeniden hakikatin peşinden sürükleyeceğiz.
Medeniyetimizin başlangıç noktasının ne Fransız’ın İhtilal-i Kebiri, ne de Avrupa’nın Rönesansı olmadığını çoktan anlamış olmalıyız. Risale-i Nurlar, imanlarımızı hakk’al yakin mertebesine çıkartarak, bu davayı bizzat Alemlerin Rabbinden aldığımızı bizlere her defasında öğretti. Bu eserlerdeki hakikatin dili, bizleri Sonsuz Olana o derece yaklaştırdı ki, O’ndan hiç de uzakta olmadığımızı, O’nun aslında akrabiyetiyle yanımızda olduğunu binlerce kez anladık. Cebrâil Aleyhisselam’ın Hz. Muhammed’e ulaştırdığı o Kurâni inkılabla doğan asr-ı saadet güneşinin bir ütopya olmadığını, şu zaman diliminde yeniden yaşanacak bir hakikat olduğunu yüz binlerce kez müşahede ettik. Aslında bu zaman için, kışta gelenlerin ektikleri tohumlarla, tam da bu zaman için hazırlandık bizler. Çünkü o tahkiki iman, o hakiki ihlas, o azim sebat olmadan, ne Medine fethedilirdi ne de İstanbul?
Öyleyse şimdi ne yapmamız gerekiyor? Öncelikle en küçüğümüzden en büyüğümüze, her birimizin bu davanın onurlu birer ferdi olduğunu bir kere daha hatırlamalıyız. Aslında bizim olan o kudsi vazifeyi, tenbellik ve tenperverlik gibi duyguların sevkiyle başkalarına havale etmemizin zamanı çoktan geçti. Cemaatler üstü bir cemaatin, Hz. Muhammed’in önderliğindeki İslam cemaatinin fertleri olduğumuzu artık çok iyi anlamalıyız. Aslında şu anda içine dahil olduğumuz cemaat cepheleri, o muhit İslam kalesine yönelen saldırıları bertaraf etmek için kurulmuşlardı. Yirminci Lema’da bizlere buyrulan o dokuz emirse, zamanın geniş dairesindeki vazifelerimizi bizlere hatırlatıyor. Şu anda ise bu gerçeği iliklerimize kadar hissediyoruz. 21. Lema’daki İhlas düsturlarıyla cephemizi muhafaza ettik, ediyoruz. Şimdi ise 20. Lema’daki düsturları cemaatler bazında hayata geçirmemizin tam da zamanıdır. Bu dönem, bulunduğumuz o cephede, aslında hangi muhit kaleyi muhafaza etmek için bulunduğumuzu bizlere öğretecek olan o kutlu dönemdir.
Bence fazla da geç kalmadan, 20. Lema’nın dokuz emrini uygulama sadedinde, İDSB (İslam Dünyası STK’lar Birliği) ya da TGTV (Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı) gibi çatı kuruluşlarda yerimizi almamız gerekiyor. Defalarca okuduğumuz ve anlamaya çalıştığımız o “ikinci vazife” ancak milyonlar fedâkarı temsil eden bir “birliktelikle” hayata geçirebilir çünkü. Mesela İDSB, TGTV, SDP (Sivil Dayanışma Platformu), İHH gibi milyonları temsil eden 4 kuruluş, Suriye’deki insanlık zulmünü durdurmak adına birlikte hareket etme kararı almış durumda. Bediüzzaman hayatta olmuş olsaydı, bin maşallah, bin barekallah demez miydi bu ittihad numunelerine? Bizler de bu gibi kuruluşlara destek verip, zulmün bitirilmesi adına, Hz. İbrahim’in ateşini söndürmeye koşan bir karınca gibi yollara koyulmalıyız. İhlaslı bir niyetin doğuracağı kerametleri ise bir kere daha anlatmayacağım.
Zaman cemaat zamanı… Medeniyetimizin son “medinesini” inşa etmek için de “ittihad”dan başka çaremiz yok. Esas maksadımızsa, sadece ve sadece Allah’ın rızası olacak. Bu gerçeği bildiğimiz halde, hala daha ellerimizde “Medine’tüz Zehra’nın”(Çiçek Ülkesinin) çiçekleri yoksa eğer, baharımızın Pişdarının kabrini ziyaret edecek yüzümüz de yok demektir. Ülkemizin ve dünyanın her tarafını Medrese’tüz Zehra yapmak birinci vazifemizdi. Bu “tedrisin” ektiği “tohumlar” neticesinde doğacak Medine’tüz Zehra’nın kokularını ise teneffüs etmeye başladık. Ha gayret deyip son bir hamleyle “ittihadımızı” tesis ettiğimizde ise, Çiçek Ülkesinden topladığımız bin bir renkli ve kokulu çiçekle Pişdarımıza olan vefamızı göstereceğiz. Minnet ve hediye kabul etmeyen o aziz Üstad’ın bizden beklediği “medeniyetimizin çiçeklerini” toplayıp da ona götüremezsek, eyvâhlar olsun bize!
“Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan Henien leküm (Sizi tebrik ederiz.) sadasını işiteceksiniz…” (OD)