Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatına ve eserlerine vâkıf olan herkes, onun Medresetü’z-Zehra projesi için harcadığı harikulâde gayreti de bilir. Gördüğü üç büyük meseleyi beraberce çözecek bir büyük proje olarak düşünmüştür Bediüzzaman Medresetü’z-Zehra’yı. Onu merkez-i hilâfet olarak İstanbul yollarına düşüren de bu projedir. Yaşanan onca mânia onu Eski Said boyunca bu idealini takip etmekten vazgeçirmemiş; 1923’te “Eski Said’i Yeni Said’e götüren” tren biletini alıncaya kadar her fırsatta bu projeye yeniden hayatiyet kazandırmak için gayret etmiştir.
Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehra’yı, İslâm ümmetinin o dönemde yüzyüze geldiği üç büyük meselenin halli için bir model olarak düşünür. Bu meselelerin ilki, cehaletle birlikte gelen fakr u zaruret; ikincisi, madde ile mânâ, kâinat ile Kur’ân, akıl ile vahiy, modern bilimler ile dinî ilimler arasında yaşanan büyük bölünme; üçüncüsü ise, özelde Türkler ve Kürtler arasında, iman kardeşliğine gölge düşüren ve ‘asabiyet-i cahiliye’yi çağrıştıran milliyetçi gerilimdir.
Bediüzzaman’ın ilk elde merkezi Bitlis, şubeleri ise Van ve Diyarbakır’da olacak şekilde tasarladığı Medresetü’z-Zehra projesi temelinde ısrarla vurguladığı üç husus ise
(1) modern bilimler ile dinî ilimlerin, vahyin yol göstericiliğinde mezcedilmesi;
(2) birbirine rakip üç ayrı kolda ilerleyen mektep-medrese-tekkeyi böylece barıştırıp buluşturmak;
(3) Arapça-Türkçe-Kürtçe’yi beraberce öğreterek İslâm ümmetinin bu topraklarda yaşayan fertleri için hem İslâmî mirasla, hem kendi aralarında sağlıklı ve kalıcı bir ‘iletişim’ imkânı sağlayarak ‘milliyetçi gerilim’i aşarak ‘İslâm kardeşliği’nde buluşmalarını sağlamaktır.
Yüz yıl sonra dönüp bir kez daha bakıldığında, bu büyük projenin ne derece hayatî bir önemi haiz olduğu bir kez daha anlaşılıyor. Hem onun o gün tesbit ettiği problemlerin bugün de büyük ölçüde sürüyor olması açısından, hem de yüz yıl içinde yaşanan büyük sınanmalar ve kayıplar açısından.
Ama öte yandan, Bediüzzaman’ın bu projesinin, defaatle edilmiş, hatta tahsisat da ayrılmış olduğu halde gerçekleşememesi gibi bir vâkıa var. Ve Yeni Said döneminde, onun bu bir türlü gerçekleşememe meselesine dair ‘kaderî’ okumaları... Emirdağ Lâhikası’nda yer alan bazı mektuplar gösterir ki, Bediüzzaman görünen ve sabit bir Medresetü’z-Zehra’yı nasip etmeyen Cenab-ı Hakkın, Medresetü’z-Zehra mânâsını Risale-i Nur’lar ve Nur Talebeleri suretinde ona nasip ettiği kanaatindedir. Bu mektupların satır aralarında gizli “Nur Risalelerinin Medresetü’z-Zehra”sı gibi ifadeler, keza Nur talebelerinden “Medresetü’z-Zehra’nın erkanı” gibi ifadeler bunun apaçık bir delilidir. Bu meyanda, onun, üniversiteli Nur talebeleri için “genç Said’ler” tabirini kullanması da bilhassa anlamlıdır.
Emirdağ Lâhikası’nın tamamına yayılan bu ‘Medresetü’z-Zehra’ sembolizminden anlarız ki, Bediüzzaman Medresetü’z-Zehra ile yapmak istediği şeyin özü itibarıyla Risale-i Nur’da tahakkuk ettiği kanaatindedir. Ve Risale-i Nur’u ‘anlayarak, kabul ederek’ okuyan her Nur Talebesi, binası bir türlü dikilememiş Medresetü’z-Zehra’yı zihninde ve kalbinde inşa etmiş demektir.
Özetle, Bediüzzaman’ı tahakkuku için yollara düşüren “Medresetü’z-Zehra” projesi, esasen, bir ‘bina inşa’sı değil; bir ‘zihniyet inşası’dır. Bu inşayı bir mü’minin kendi hayatında ve kendi şahsında başarıp başarmadığının iki göstergesi ise,
(1) tam da Medresetü’z-Zehra için vurguladığı ‘mektep-medrese-tekke,’ ‘akıl-kalb,’ ‘akıl-vahiy,’ ‘fünûn-u medeniye-ulûm-u diniye’ imtizacını zihninde kurabilmesi; yani ‘nur-u kalb ve nur-u fikri cem’ edebilmesi;
(2) milliyete, etnisiteye dayalı bir tasavvur ve zihniyetin üstüne çıkabilmesidir.
Medresetü’z-Zehra için vâcib dediği Arapça’ya (dolayısıyla Araplara), lâzım dediği Türkçe’ye (dolayısıyla Türklere), câiz dediği Kürtçe’ye (dolayısıyla Kürtlere) bakış ise, milliyet-temelli bir zihniyeti aşıp ‘İslâm kardeşliği’ni merkeze alan bir tasavvura erişmiş olup olmamanın göstergesidir. Türk kökenli bir Risale-i Nur müntesibinin zihninde Medresetü’z-Zehra’yı gerçekten inşa edip etmediğinin bir göstergesi, buna göre, Araplara ve Kürtlere bakışıdır. Kürt kökenli bir Risale-i Nur müntesibinin zihninde Medresetü’z-Zehra’yı gerçekten inşa edip etmediğinin bir göstergesi ise, Araplara ve Kürtlere bakışı...
Kur’ân’ın nâzil olduğu ve bütün İslâmî ilimlerin üzerine bina olunduğu dildir Arapça. Arapça’ya açıklık, İslâm’a açıklığın ifadesidir. Türkçe ise, İslâm medeniyetinin son büyük mümessili olan Osmanlının dili olmak hasebiyle ‘İslâm medeniyeti’nin dilidir. Türkçe’ye açıklık, İslâm medeniyetine açıklıktır. Kürtçe ise, içinden Selâhaddin Eyyubî gibi isimler çıkaran ve her daim hayat ve saadetleri Türklerin hayat ve saadetiyle memzuç bir unsurun dilidir. Kürtçe’ye açıklık, ‘İslâmî kardeşlik’ temelinde kültürel farklılığın ve çoğulcu bir anlayışın zihinlerde yerleşip yerleşmediğinin göstergesidir.
Dönüp geriye baktığımda, Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’dan beklediği ‘fünûn-u cedideyi ulûm-u diniye ile mezc’ gayesinin Risale-i Nur talebelerinin zihninde büyük ölçüde inşa olunduğunu görebiliyorum. Pozitivizmin en katı haliyle uygulandığı bir zeminden, seküler bir eğitim almış olmasına karşılık mü’min fertlerin; kâinatı ve öğrendiği bilimleri inkârın değil, imanın vesilesi kılabilen mü’min fertlerin doğabilmesi -bu ideal kıvamda tahakkuk etmemiş olsa dahi- Medresetü’z-Zehra’nın birinci hedefinin büyük ölçüde gerçekleştiğini gösteriyor.
Ama ikinci veçheye gelince, sanırım, burada durmamız ve bir vicdan muhasebesi yapmamız gerekiyor. Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra için düşündüğü “lisan-ı Arabî vacib, Kürdî caiz, Türkî lâzım” formülasyonun da gösterdiği üzere, kendisini etnisiteye, milliyete göre tanımlama za’fiyetinden yakasını sıyırabilen kişidir ki, Medresetü’z-Zehra’yı zihninde inşa etmiş demektir.
Sanırım, bu noktada, milliyetçi-mukaddesatçı bir söylemin gölgesinin üzerimize düştüğü özeleştirisini yapmamız lâzım. Sözgelimi, Medresetü’z-Zehra’nın ‘caiz’i iken, Kürtçe’yi ne derece içselleştirebildik? Kürtçe konuşan bir mü’min kardeşimize yanıbaşımızda ne kadar müsamaha edebildik? Kürtçe öğrenim hakkını ne derece savunabildik?
Şimdi, acılı bir sürecin içinde, bir özeleştirinin eşliğinde, Nur talebeleri ve Türkiye toplumu olarak önümüzde bir imkân da duruyor.
Medresetü’z-Zehra binası inşa olunamadı; peki ya Medresetü’z-Zehra’yı zihinlerde inşa etme imkânı...
Bunu başarabilen zihinler, bu topraklarda ‘huzur içinde birarada yaşama’nın çimentosu olacak... Bu zihniyet inşası ne derece başarılabilirse, Türkiye toplumunun geleceği o kadar aydın olacak...
Aksi halde ne olacağını ise düşünmek dahi istemiyorum.
Yol belli, sorumluluk büyük...