Medresetüzzehra açılsaydı ne olurdu?

Türkiye - Irak Dostluk Derneği Başkanı Mehmet Emin Değer’le yaptığımız röportaj…

Röportaj: Nurettin Huyut - RisaleHaber

Türkiye - Irak Dostluk Derneği Başkanı Mehmet Emin Değer

1953 yılında Mardin’e bağlı bir köyde, çiftçi bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Doğduğu köyde ilkokul olmadığından, yakınlarda bulunan ve okulu olan başka bir köyde okumak zorunda kaldı. On bir yaşına geldiğinde dayısının vasıtasıyla Mardin Merkez İmam Hatip Lisesine kaydoldu. O yıllarda bu okula karşı biraz ilgisizdi. Fakat orta üçüncü sınıftayken Risale-i Nur’larla tanıştı. Ve dine karşı büyük bir ilgi duymaya başladı. O günden bu güne kadar Risale-i Nur’u okumaya devam etti.
Ortaöğretiminin ardından Eğitim Enstitüsünü bitirdi. Lise yıllarında, on sekiz yaşındayken evlendi. Beş çocuk sahibi oldu. 1981 yılında İskenderun‘a geldi. Bir süre siyasetle iştigal etti. Aynı yıl Irak’la münasebeti olan Uluslararası Taşımacılık Şirketi kurdu.

NEDEN RİSALE-İ NUR OKUDUM?

Gençlik yıllarınızda Risale-i Nurları okumaya neden ihtiyaç hissetiniz? Ortaöğretimde İmam-Hatip okulunda olmama rağmen, İslamiyet’le alakalı olarak aklımda çok ciddi istifhamlar vardı. Bir de özellikle bizim bölgede Müslümanların perişan halini gördükçe, İslamiyet’e karşı içimde daha çok soğuma meydana geliyordu. Hocalara, İslamiyet’i yaşadığı söylenilen şeyhlere ve diğer insanlara baktıkça, İslamiyet’i çok farklı algılıyordum. Fakat yine de gerçek İslamiyet’i öğrenmek istediğim için, dayımın da tavsiyesiyle Risale-i Nur’ları okumaya başladım. Risale-i Nur’ları okudukça aklımın, ruhumun ve bedenimin tatmin olduğunu gördüm. Bu durum bana büyük bir heyecan verdi. Öyle bir heyecan ki, artık etrafımdaki insanlara da faydalı olmaya başladım. Birçok arkadaşın Risale-i Nur’ları tanımalarına vesile olduk. O arkadaşların birçoğu ilim adamı oldu şimdilerde.

Risale-i Nur okunan Dershanelere gidiyor muydunuz?
O dönemde biz bir dershane yapmıştık. Fakat oturmak için eski de olsa bir hasır yaygımız bile yoktu. Ben babama gittim. Eğitim masraflarını bahane ederek bir miktar para talep ettim. Sonrasında birkaç arkadaşla beraber tanıdık olsun olmasın birçok insanın kapısını çalarak dershaneye davet ettik ve güzel bir cemaat oluşturduk. O dönemde yani yetmişli yıllarda çok iyi talebeler yetişmişti Mardin’de.

MEDRESE-İ NURİYE SÜRECİ

Herhangi bir baskı olmuş muydu?
O zaman değil de İskenderun’dayken 21 günlük bir gözaltı süresi geçirmiştim. Yüksek İslam Enstitüsü mezunu bir arkadaşım vardı. Hayrullah Nurdağ isminde... Onun evinde bir akşam toplanmıştık. Birkaç arkadaş daha vardı. Sabah olduğunda Mardin’e iş için gidecektim. Fakat o akşam, sekiz haberlerini izlerken evin etrafı sarıldı ve bizi gözaltına aldılar. Zaten herkesin fişlendiği, sıkıyönetim dönemi… 21 günlük gözaltından sonra 5 günlük bir nezaret dönemi yaşadım. Daha doğrusu hücre hapsiydi. Öyle hücrelerdi ki içinde insanın oturabilmesi mümkün değil. Ancak ayakta durabilirsin. O kadar dar yani. O zaman oradaki memurlara kızmıştım. Çünkü Risale-i Nur eserleri bize vatan ve millet sevgisini öğretmişti. Fakat orada bu sevginin aksiyle yargılanıyorduk. “Orası bizi kabul etmiyor, burası kabul etmiyor. Öyleyse biz başka ülkelere gidelim. Bunu mu istiyorsunuz?” diye sitemde bulunuyordum memurlara.

Bir gözaltı sırasında ifade verirken, bir polis memuru Bediüzzaman’a hakarette bulundu. Ben de tavır aldım ve dedim ki: “Bu yaptığınız yanlıştır ve ahlaksızlıktır.” Bunun üzerine diğer arkadaşlar da beni destekledi ve polis memurunun özür dilemesini istedik. Eğer özür dilemezse ifade vermeyeceğimizi de belirttik. Durum böyle olunca o polis memurunu dışarı çıkardılar ve onun adına bizden özür dilediler. O şekilde ifademizi verdik. Daha sonra o dönemin solcularının da bulunduğu bir askeri tugaya alındık.

Tugayda kaldığım günlerden birinde, bir sabah kalktım. Moralim çok bozuktu. Çok erken evlendiğim için temizlik işlerinden anlamıyor ve sıkılıyordum. Arkadaşlar temizlik yaparken ben de gazete okuyordum. Sonra bir çavuş gardiyan yanıma geldi ve bana sen neden oturuyorsun? Kalk sen de yardım et” dedi. Ben de” Olur çavuş” dedim. Bu sözümü hakaret telakki ederek bağırmaya başladı. Ben de dayanamadım ve: ”Biz burada esir miyiz? Neden bağırıyorsun?” diye üsteledim. O da beni komutana şikâyet etmiş. Haber geldi ki içtima olacak...

Sonra komutan geldi ve “Ben esir miyim diyen hanginiz?” diye sordu. Ben de öne fırladım ve: “Benim efendim” dedim. “Biraz rahatsızdım, oturuyordum. Çavuş gelip bana sen de kalk deyince olur çavuş dedim. Ama çavuş bana hakaret etmeye başlayınca ben de ona esir değilim cevabını verdim. Ben buraya suçsuz yere getirildim ve kısa sürede de çıkacağıma inanıyorum. Böyle bir muameleye tabi tutulmam hoş bir olay değil” gibi bir cevap verdim. Orada İbrahim adında yaşlı bir ağabeyimiz vardı. Saçı sakalı beyaz diye komutan ona: “Anlattığı gibi mi oldu?” dedi. O ağabey de: “Evet efendim” cevabını verdi. Komutan da “Tamam siz istirahatınıza bakın” diyerek çıkıp gitti. O zamandan sonra bütün çavuşlar bize hizmet etmeye başladılar. Daha sonra kitapları iade etmek suretiyle beraat kararı verildi.

TÜRKİYE- IRAK DOSTLUK DERNEĞİ

Türkiye- Irak Dostluk Derneği hakkında biraz bilgi verir misiniz?
Dernek zaten daha öncelerden kurulmuştu. 2001 yılında burada büyükelçilik yapan tanınmış bir şahsiyet tarafından Türkiye-Irak arasındaki ilişkileri geliştirmek amacıyla derneği devralmamız ve derneğin başkanlığını üstlenmemiz teklif edildi. Böylece dernekle olan irtibatımız kuruldu.

Ne gibi faaliyetleriniz var?
Türkiye- Irak arasında zaten var olan dostluk bağlarını güçlendirmek ve bunları ortaya çıkarmak adına oluyor çalışmalarımız. ABD’nin Irak’a girmesinden önce ve sonra birçok faaliyette bulunduk. Irak’ta festivallere, çeşitli toplantılara katıldık. Yurt dışında Irak dostluk guruplarıyla birlikte Fransa’da, Almanya’da, İtalya’da konuşmalar yaptık. Birçok Avrupa ülkesinde bulunduk. Türkiye’de çeşitli organizasyonlar düzenledik. Bunların içinde Avrupa parlamento üyeleri gibi çok önemli şahsiyetleri İstanbul’da topladık. Ankara’da birçok dostluk gecesi düzenledik. Irak’tan siyaset ve devlet adamlarını Türkiye’ye getirdik, aynı zamanda savaş zamanı birçok basın mensubunun Irak’a girmeleri için özel izinler aldık. 33 kişilik gazeteci grubunu Irak’a götürüp, devlet adamlarıyla buluşturduk.

Irak’ta Türkiye’ye sıcak bakmayan bazı devlet adamları vardı. Hatta Avrupa’da da böyle kişiler mevcuttu. Mesela Fransa’da cumhurbaşkanı adayı olmuş Marajen Lopen’i hanımıyla birlikte Türkiye’ye davet etmiştik. Bu vesileyle çok önemli şahsiyetlerin Türkiye ile dost olmasını sağladık. Bu durum birçok çevrede yankı buldu. Yüz yirminin üzerinde canlı yayına katılarak, Irakla ilgili gözlemlerimizi aktardık. Şu anda zaman ilerledikçe geriye dönüp baktığımızda, görüyoruz ki o zamanlarda söylediklerimiz, şimdi birçok bilim adamı ve devlet adamı tarafından yeni yeni tespit ediliyor. Bizim o zaman yaptığımız tespitler herhangi bir araştırma veya veriye göre yapılmamıştı, sadece şahsi gözlem ve o coğrafyada yaşayan insanların hissiyatlarını iyi kavrayışımızdan kaynaklanan tespitlerdi.

NE TÜRKLER, NE DE KÜRTLER KİRLİ SAVAŞA İNANMADI

Türkiye’de bazı gelişmeler ve değişmeler oluyor. Kürt sorunu sizce nereye gidiyor ve nasıl bir çözüm üretilebilir?
Bazı meseleleri insanların iradesinden çok, zaman hallediyor. Birçok kelimenin yanlış anlaşıldığı bir dönemden, TRT Şeş’e geçilmiş olması bir devlet politikası için önemli bir aşamadır. Kimse bunu küçümsememeli. O kanalın yapacağı hizmetlerden çok, bana göre verdiği mesaj ve imaj noktasında çok önemli bir hadisedir. Çünkü arada gözle görülür bir değişim söz konusu.

PKK her ne kadar Kürt meselesiyle iç içe girmiş gibi görünse de aslında ayrı ayrı değerlendirmek lazım. Ben hayatım boyunca bu meseleye hep şu şekilde baktım. Bin tane haklı nedeniniz dahi olsa, bin seneden beri birlikte kardeşçe yaşayan Müslümanlara karşı silah çekmek ve düşmanca tavır almak hiç kimseye bir fayda getirmeyecek.

PKK’nın tavrını ve gidişatını onaylamamız asla mümkün değildir. Çünkü yirmi beş, otuz seneden beri çok masum insanların katledilmesine, sosyal ve ekonomik hayat bakımından bölgenin geri kalmasına neden olmuştur. Aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin geciktirilmesinde de önemli rol oynamıştır. Her ne kadar bugün PKK birçok kesimde Kürtlerin problemlerini gündeme getiren bir örgüt olarak lanse ediliyor olsa da, aslında bir o kadar menfi yönde faaliyetleri var. Bu sebeple Kürt sorununun çözümü her halükarda, barışı temin etmek ve silahları susturmaktan geçer.



Türkiye’de yapılan 2009 seçimlerinde Güneydoğu halkının yeniden DTP’ye yönelmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce Hükümet yanlış mı yaptı da halk oyunun yönünü değiştirdi?
Aslında Güneydoğu halkının bu noktada Hükümetten çok ciddi beklentileri vardı. Kendinin bir parçası olarak gördü hükümeti ve önemli bir açılım yapacağı düşüncesini taşıdı. Fakat Sayın Başbakanın son zamanlardaki mesaj, söylem ve eylemleri, bölge üzerindeki inandırıcılığı kaybettirdi. Dolayısıyla bir kısmı isteyerek, bir kısmı istemeyerek DTP’ ye yönelmek zorunda kaldı.

Ben Irak’taki Kürt meselesi ile Türkiye’deki Kürt-Irak meselesini birbirinden farklı olarak değerlendiriyorum. Iraktaki Kürtler coğrafi konum itibariyle eskiden beri küme halinde ayrı olarak yaşıyorlar. Şu anda Bağdat’ta, Basra’da on tane Kürt aile bulamazsınız. Onlar belirli bir coğrafya’da yaşıyorlar. Irak’ın resmi politikası gereği de bu durum böyle devam etti.

Fakat Türkiye’deki Kürtler Türkiye’nin her tarafına yayılmıştır. Buda gösteriyor ki, Türkiye ve Irak’ın Kürt politikası birbirinden farklıdır. Türkiye’de bunun böyle olması bana göre önemli bir açılımdır. Çünkü farklı etnik kökenli kişilerin birbirileriyle kaynaşması sağlanıyor. Dünya üzerinde hiçbir yerde görülmüş müdür ki, çeşitli ırkları bir arada barındıran bir ülkede, otuz senede binlerce katliam olacak, sürekli ülkenin bir yerinden şehit haberleri gelecek, fakat halk birbirine girmeyecek? Bu mümkün değildir. Ama ne Türkler, ne de Kürtler bu kirli savaşa inanmamıştır ve devam etmesini de kimse istemiyor.

Madem her iki tarafta bu problemin çözümünü istiyor, öyleyse sorun neden hala devam ediyor?
Biraz devletin resmi politikasından, ideolojik yapısından veya bölgeye bakış açısından kaynaklanıyor bu durum. Elbette ki bunu içerden ve dışarıdan destekleyen birçok unsurlar da vardır ve var olmaya da devam edecektir. Fakat eğer Türkiye bu sorunu kendi meselesi gibi görüp halletmeye çalışırsa, meseleyi kimse kurcalayamaz. Her şey kendiliğinden halledilir. Dolayısıyla devlet adamlarının bu mesele hakkında konuşurken, sürekli suçu dış güçlere havale etmesinden, yani bizim yapacak bir şeyimiz yok der gibi bir hava içine girmelerinden rahatsızlık duyuyorum. Ne olursa olsun bu bizim ülkemize ait bir problemdir ve bizim halletmemiz gerekir.

Fakat şu andaki vaziyet müspet yönde gelişiyor. Türkiye Kuzey Irak’la olan ilişkisini daha çok güçlendirmeye çalışıyor. Irak, merkezi hükümetler ve diğer etkili unsurlarla ve guruplarla birlikte Türkiye ile temas haline girmiş durumda. Aynı zamanda Kuzey Iraktaki Kürtlerle de temas halinde... Irak’ın bölgeye ve Kürt kimliğine, eskiden olduğu gibi katı bir tutumu yok. Aksine yumuşak bir tavır sergilemekte... Ve öyle zannediyorum ki, kısa zaman içinde güzel gelişmeler olacaktır bu mesele için.

“TÜRKİYEDE MÜSLÜMANLARIN SİLAHLI MÜCADELEYE GİRMELERİNİ NURCULAR ENGELLEDİ”

Bildiğiniz gibi Bediüzzaman da Doğu bölgesinde doğup büyümüştür. Bediüzzaman’ın talebelerinin o bölgede herhangi bir etkinliği oluyor mu?
Risale-i Nur’un o bölgeye olan etkisi dün de vardı, bugün de var, yarın da olacaktır. Risale-i Nur sadece orada değil, bütün İslam ülkelerine etki ediyor. Dünya üzerindeki İslami hareketlerin çoğu radikal bir şekilde ortaya çıkmış. Daha çok devlete ve siyasete bulaşarak, tavır koymaya yöneliktir bu hareketler. Terörize edilerek yapılmıştır çoğu da. Fakat Said Nursi ve talebelerinin yaptığı hareket böyle değildir. Dâhilde muharebeyi netice verecek hiçbir eylem ve plana onay vermemişlerdir.

Türkiye’de Müslüman kesimler zaman zaman birtakım hakaretlere maruz kalmışlardır. Diğer ülkelerde yaşayan Müslümanların, Türkiye’deki Müslümanlardan daha cesaretli olduğu, Türkiye’dekilerin daha mazlum olduğu anlamına gelmez bu. Aksine Türkiye Müslümanları savaşa götürecek hallere katılmadıkları için meydana gelmiştir her şey. Demek ki Bediüzzaman’ın söylemleri bütün ülke üzerinde tesirini göstermiş ve kabul görmüştür. Dolayısıyla Said Nursi ve talebeleri sulhu, selameti temin etmişler; İslamiyet’in siyasete bulaşmaması noktasında gösterdikleri büyük hassasiyetle Türkiye’deki Müslümanların İslam adına herhangi bir siyasi olaya girmelerini engellemişlerdir.

İslami hareketlerin siyasallaşmasını isteyen bir kesim vardı. Fakat başarılı olamadı. Bu sebeple radikal bir İslami gurubun bir ihtiyaçtan doğması, Türkiye’de asla mümkün değildir. Risale-i Nur’un ülkeye sağladığı en önemli faydalardan biri budur bence.

Güneydoğudaki hocaların, Âlimlerin Risale-i nur’la ilgili görüşleri nasıl?
Maalesef birçoğu Risale-i Nur’u sadece ismen ve şeklen biliyor. Risale-i Nur’un önemini kavramış çok az Hoca var. En büyük sıkıntı bu zaten... Çünkü o bölgede hoca denilen kişiler sistematik bir şekilde yetişmiyor. Her şey gelişigüzel gelişiyor. Eski medrese usulü ile ve kıt kanaatle zor şartlarda yetişmiş ve İslami bilgileri iyi kavrayamamış, belki bazen Arapçanın bir bölümünü dahi tam manasıyla anlamadan okumuş, İslamiyet’i kavradığını zanneden çoğu zaman İslamiyet adına yanlış mesajlar da veren insanlar çıkmış ortaya. Bu da ayrı bir sıkıntı sebebidir.



“BEDİÜZAMANIN ÜNİVERSİTE TALEBİ GERÇEKLEŞSEYDİ BUGÜN DOĞU İNSANINI İLİM VE İRFAN SAHİBİ İNSANLAR TEMSİL EDECEKTİ”

Üstad’ın o dönemde üniversite açmak gibi çok önemli bir hayali vardı. Doğuda istenen manada üniversite açılmamış olmasının şimdiki zamana bir etkisi var mıdır sizce?
Bütün kötülüklerin anası cehalettir. Bediüzzaman’ın Müslüman toplumuna verdiği en büyük mesajlardan biri şöyle: “Bizim 3 büyük düşmanımız var. Biri cehalet, biri zaruret, diğeri ihtilaftır.” Bediüzzaman böyle söylüyor ve cehalete karşı ilim silahıyla, fakirliğe karşı iktisatla, ihtilafa karşı ittifakla mukabele edip, bu düşmanlarla savaşmamız gerektiğini belirtiyor. Demek ki en önce kendi içimizdeki bu müthiş düşmanlara karşı mücadele vermemiz gerekiyor. Bu mücadeleyi vermeden, diğer düşmanlarla baş etmemizin mümkün olmadığı ortada… Dolayısıyla Bediüzzaman’ın bu tespitlerini, fikir ve ilim adamları zamanında yakalamış olsaydı, himmet ve gayretlerini bu noktada sarf etmiş olsalardı, bu problemlerin birçoğunu yaşamazdık belki de…

Bediüzzaman’ın istediği üniversite o zamanda açılmış olsaydı oradan mezun olacak ilim adamları şu an bölgenin istinad noktasını oluşturacaklardı. Maalesef bugün bölgenin sahipleri ve şöhretleri konumunda olan insanların yerinde onlar olacaklardı. Ve bu da sadece bölgeye değil bütün ülkeye fayda sağlayacaktı.

ŞİDDET VE CİNNET BU ASRIN HASTALIĞI HALİNE GELDİ

Mardin bölgesinde geçtiğimiz günlerde 44 kişinin katledildiği dehşetli bir olay meydana geldi. Bu gibi olayların gerekçeleri hakkında düşündüğünüz şeyler nelerdir?
Gerekçesi ve sebebi ne olursa olsun, işin adı tek kelimeyle vahşettir. Bizim kültürümüzde ve inançlarımızda, savaşta dahi kadın, çocuk ve yaşlılar öldürülmez. Aşiret kavgalarında bile olmaz bu.

Diyeceksiniz ki bu olay dünya üzerinde ilk midir? Hayır. Mesela Amerika’nın Irak’a girmesi ve bir milyon insanı öldürerek, insanların kendi ülkelerinde muhacir konumuna düşürülmesi ve yurt dışına kaçmaları ve bu işin büyük bir güçle, devlet eliyle yapılmış olması daha büyük bir vahşet. Kimse sesini çıkarmadığı için bu durum makul gibi görünse de bu olay vahşetin inanılmaz bir boyutudur. Bugün Amerika’da, İngiltere’de bazı insanlar cinnet geçirerek okulları basıyorlar ve yirmi otuz tane masum kişiyi katledebiliyorlar. Bu, asrın hastalığı haline geldi. Şiddet ve cinnet birlikte gidiyor. O bölgenin insanları da yirmi otuz senedir şu veya bu gerekçeyle sebepleri ne olursa olsun bir şiddetin içinde yaşıyor.
On sekiz yaşımdan bu yana o bölgedeki hayatın içinden gelip sosyal meselelerle ilgilenmeye başladım. Elli beş yaşımı geçiyorum, hala aynı şiddet mevcut. Eline güç geçiren kişi hemen, o bölgede şiddeti kullanıyor. Devlet şiddet kullanıyor, PKK şiddet kullanıyor, Hizbullah şiddet kullanıyor. Aşiretler bazen şiddet kullanıyor. Çocuklarımızı eğitirken dahi daha doğar doğmaz onları şiddetle eğitmeyi prensip haline getirmişiz. Ve sürekli şiddetten beslenen bir nesil yetişmekte…

Bu duyguları ıslah etmek manevi duyguları beslemekle mümkündür. Sorumluluk anlayışını geliştirmekle mümkündür. Netice itibariyle orada şiddetin ortadan kalkması için huzur ortamının oluşması gerekiyor. Ve işsizliğin, çaresizliğin ortadan kalkması gerekiyor.

“RİSALE-İ NUR BİRİNCİ HEDEFİNİ GERÇEKLEŞTİRMİŞTİR”

Otuz senden beri Risale-i Nur camiasının içindesiniz. Gözlemlerinize dayanarak, sizce Risale-i Nur amacına ulaşmış mıdır?
Bana göre Risale-i Nur en birinci hedefini gerçekleştirmiştir. Bir dönem bütün dünyada inkâr-ı ulûhiyet fikri hâkim kılınmaya çalışılmış ve bir ölçüde başarı da sağlanmıştı. Risale-i Nur işte bu küfrün belini kırmıştır. Mutlak küfürden, şüpheli küfre getirmek suretiyle, daha sonra bu inkâr fikrinin tamamen ortadan kalkması ile amacını gerçekleştirmiştir.

Bundan sonrası ise hayatla alakalı ve İslami ahlakı daha çok ön plana çıkarmak noktasında bir görev yüklenmesi lazım geliyor. Bu da maalesef son zamanlarda Müslümanların dünyaya aşırı şekilde talepkar olması ve ölçüsüz şekilde bakmasıyla oldukça zedelenmiş. Müslümanların duruşlarında bir takım zaaflar görülüyor. Müslüman sayısı hayli fazla bu noktada bir sıkıntı yok, ancak Müslümanların duruşunda çok ciddi bir sıkıntı var. Bunu tamir ve telafi edecek çarenin yine Risale-i Nur olduğunu düşünüyorum. Yine ilim adamlarımıza çok önemli görevler düşüyor. Heyet halinde Risale-i Nur’un mesajlarını kamuoyuna ulaştırmaları gerektiğini düşünüyorum.

“NURCULAR İÇİNDE HER TÜR BIRANŞTAN İLİM ADAMINI BARINDIRAN BİR HEYET OLUŞTURMALI”

Nur talebelerinin dışarıya dönük birçok çalışmaları, seminerleri olmakta... Sizce bunlar yeterli değil mi?
Bence yeterli değil. Çünkü içinde her türlü ilim adamının mevcut olduğu bir heyetin oluşması gerekiyor. Sosyologundan fizikçisine, matematikçisine, muhaddisinden, müfessirine kadar, Risale-i Nurun bu asra vermek istediği bütün mesajların önemini gün yüzüne çıkarmaları gerekiyor. Şahısların tek başına yapacağı bir şey değil bu.

Anlatmaya çalıştığım sempozyumların yapılması değil. Sempozyumlar 200-300 kişiye ulaşır ve yapıldığı mekânda kalır. Benim bahsettiğim şey hem kendi branşlarında önemli olan şahsiyetler olacak, hem de bu kişiler Risale-i Nur’u çok güzel bir şekilde kavramış olacak. Kur’an’ın ve Risale-i Nur’un bu asra bakan yönlerini en detaylı ve doğru şekliyle araştıracak ve gelecek nesiller için bir yol haritası çizecek.

Mesela Bediüzzaman’ın öyle cümleleri var ki: “Doğru olan İslamiyet ve İslamiyet’e ait doğrular…” Gel bu cümleyi çöz. İçinde bir çok anlamı barındırıyor. Birçok araştırmayı gerektiriyor. Tabii şu anda yapılan çalışmaları da kimse küçümseyemez. Sempozyumları da, çalışmaları da kimse küçümseyemez.

“BEDİÜZZAMAN BİR DEVRİM YAPMIŞTIR”
Bediüzzaman aslında bir hürriyetperverdi. İslam dünyasında da büyük bir devrim yapmıştır. İslam’a yeni bir ufuk ve yeni bir açılım getirmiştir. Bediüzzaman nakil ve rivayetlerle meşgul olmamış, fikirlerini Kur’an'dan ilham alarak asrın ihtiyaçlarına cevap verecek bir tarzda aktarmış.
Bana göre şöyle bir metot geliştirmiş Bediüzzaman. Özellikle doğu ve Güneydoğuda tarikatların ve aşiret ağalarının hükmettiği, ferdiyetin oluşmadığı kişilik haklarının olgunlaşmadığı, bütün hakların birisinin cebinde veya aklında olduğu bir ortamda çıkmış. Tüm bu kötülüklere karşı koyarak, İstibdada ve diktatörlüğe şiddetle muhalefet etmiştir. Yani yeni bir devrim ve yeni bir anlayış geliştirmiştir.

Halkın tarikat şeyhlerinin önünde el pençe divan durduğu bir dönemde Bediüzzaman hürriyete ve insan haklarına önem vermiş. İnsanların hocalara körü körüne bağlanışlarını, bakış açılarını değiştirmiştir. Onu bu mücadelesine karşı cephe alanlar olmuştur. Her dönemde yeniliklere ve devrimlere karşı bir direniş olmuştur. Bazıları da Bediüzzaman'ın devrimlerine karşı direnmeye çalışmışlardır. Fakat her geçen gün Bediüzzaman'ın hakkı söylediği ve hakikati haykırdığı artık her kesim tarafından kabul görülüyor.

“Medenilere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir” dediği gibi hiçbir fikir zorla kabul ettirilemez… Vaizleri dinledim, nasihatleri bana tesir etmedi” diyor. Kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum. 1) Bu zamanın insanlarını eski zamanın köşelerine çekiyorlar öyle konuşuyorlar. Parlak iddialarla ortaya atılıyorlar, İkna ve ispat lazımken, ihmal ediyorlar. 2)İslamiyet’in muvazenesini muhafaza etmiyorlar, teşvik ve tergipte mübalağa ediyorlar.” Bir şeyi anlatırken, diğerini küçültüyorlar yani ölçüyü kaçırıyorlar. 3) Kendileri ilmi hazmetmeden anlatıyorlar.

Son olarak neler söylemek istersiniz?
Her türlü ideolojik taassuptan arınarak her kesimin kendisini nasıl tarif ediyorsa, hatta ateist dahi olsa Risale-i Nur’u objektif bir gözle mütalaa etme ihtiyacı duymaları gerektiğine inanıyorum. Ve Risale-i Nur eserleri üzerinde çok önemli bilimsel çalışmaların yapılması gerektiğini düşünüyorum. Risale-i Nur’un sadece Türkiye için değil, bütün insanlık için önemli bir kaynak olduğunu düşünüyorum.

Dolayısıyla Mehmet Akif’in dediği gibi:” Kur’an'dan almalıyız ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” sözünü tahakkuk ettiren Bediüzzaman Hazretlerinin sözlerine kulak verilse her şey düzelir.

Röportaj Haberleri