Röportaj: Serdar Bilgin-RİSALE AKADEMİ
“Medresetüzzehra Müzakereleri”nin konuğu Prof. Dr. Mehmet İpçioğlu ile konuştuk
MEDRESETÜZZEHRA BİR TEŞHİSTİR TEDAVİDE ROL MODEL SAADET ASRIDIR
Medresetüzzehra’yı nasıl anlamalıyız?
Said Nursî’nin dünyaya geldiği dönem İslam dünyasının Batı karşısında tamamen gerilemeye geçtiği ve İslam’ın son kalesi olan Osmanlının çöküşünü durdurmak için kurtuluş reçeteleri arandığı bir dönemdi. Bir yönüyle devleti ilgilendiren, diğer yönüyle toplumsal iyileşmeyi hedef alan bu reçeteleri Münâzarât ve Hutbe-i Şamiye isimli eserlerde detaylı olarak anlatılmaktadır. Okuyucularımız ilgili eserlere bakabilirler.
Said Nursî şarkta aşiretler arasında gezerken toplumsal hastalıkların nasıl tedavi edileceğini de anlatmıştır. Medresetüzzehra bir teşhistir. Said Nursî bu teşhiste ortaçağa kadar gitmekte, hastalığı orada tespit edip cerrahi müdahaleyi orda yaptıktan sonra kaldığı yerden devam etmektedir. Bir anlamda Gazali ile başlayan ve İbn-i Rüşd ile devam eden, fakat XVII. yüzyıldan sonra kesilen akli tartışmalara son noktayı koymaktadır. Medresetüzzehra bu anlamda asr-ı saadeti rehber alan yeni bir medeniyet telakisi ile çağın idrakine sunulmuş yeni bir eğitim modeli ortaya koymaktadır. Tedavide rol model saadet asrıdır. Üstadın hareket noktasında izlediği yöntem bidalardan temizlenmiş sünnet-i seniyyenin ihya edilmesi ise tasaffi etmiş olan ilkelerle batıdaki yeniliklerin peşinden gitme yerine Osmanlı coğrafyasının özelliklerine uygun asr-ı saadetin nev-i şahsına münhasır ilkeleri ve müesseseleri ikame etmedir.
SORUNUNUN BAŞINDA CEHALET GELMEKTEDİR
Nurslu Said; Medresetüzzehra önerisi ile Bediüzzamanvârî bir durum tespiti yaparak, o güne kadar boşa çıkan ıslâh-ı medâris çabalarının yerine pozitif bir önermede bulunur. Üstad; Batı medeniyetine karşı Doğu’nun geri kalmasının en büyük nedenlerinden birinin ehl-i medrese, ehl-i mektep ve ehl-i tekkenin birbirine zıt kaynaklara yönelmeleri teşhisini koymuş, Medresetüzzehra modeli ile bin yıl önceki kuruluş amacından uzaklaşmış olan medreseler için yeni desenler örgüsü ile oranları daha da yükseltilmiş olan bir rol model teklif etmiştir. Bu teklif Batı’nın hasta adam olarak nitelendirip ölümünü beklediği Osmanlı’nın kalbine giden damarlardaki tıkanıklığı açarak, hastayı -Osmanlı’yı- yeniden ayağa kaldırma projesidir. Said Nursî’ye göre Osmanlı gibi onun bir parçası olan Doğu’daki sorununun başında cehalet gelmektedir. Bu sorunun izale edilmesi de ancak eğitim yolu ile mümkündür. O nedenle Medresetüzzehra ideali; Üstadın eğitimle ilgili olan düşüncesinin mücessem hale geldiği bir medrese tasavvurudur.
FEN BİLİMLERİNİN MEDRESELERİN KAPISINDAN GİRMEYE BAŞLADI ZAMANLAR
Üstadın medrese tasavvurunu nasıl anlamalıyız?
Bu tasavvuru anlayabilmemiz için tarihi arka planını izah etmemiz gerekiyor. İslam dünyasında ilk dönem medreselerinin genel amacı; yeni Müslüman olan topluluklar arasında İslam itikadının yayılması ve devlete bürokrat ve din adamı yetiştirmektir. Özellikle Maveraünnehir bölgesinde Karahanlılar ve Gazneliler tarafından inşa edilen medreseler bu gaye ile kurulmuştur. Bu medreseler hem Budist viharalarına hem de Maniheistlerin manastırlarına karşı alternatif bir din eğitimi kurumu hüviyetinde idiler. O dönemde bilim sultanların himayesinde olduğu için medreseler genellikle din eğitimi vermekte, bilim ise sarayın bir köşesinde sultanın özel kütüphanesinde gelişmekte idi. Sultanlar ihtiyaca göre rasathaneler kurmakta, zaman zaman burada çalışanlar medreselerde de eğitim vermekteydi. Zamanla İslam toplumları gelişmesini sağladıktan sonra ve bir anlamda İslam devletinin merkezi Bağdat’a kaydıktan sonra fen bilimleri dediğimiz müspet bilimler de medreselerin kapısından girmeye başladı. Nitekim İslam dünyasında çığır açan Bağdat’taki Nizamiye medresesinde din ve hukuk derslerinin yanında tıp, cerrahi, riyaziye, hesap, hendese, nücum, heyet, tabiiyat, müsellesat derslerinin okutulduğunu da görmekteyiz.
Yine de bu dersler için “Nizamiye”nin adı altında ihtisas medreseleri kurulmuş, özellikle hekimliğe dayalı dersler “Darüşşifa” ya da “Bimarhane” adı verilen ihtisas hastanesi olan medreselerde verilmiştir. Nizamiyeden sonra son Abbasi Halifesi Mustansır’ın Nizamiye’yi örnek alarak kurduğu Mustansıriyye Medresesi’nde ise hem din bilimleri hem de fen bilimleri birlikte okutulmuştur. Halifenin himayesindeki bu kurumlarda 400 hoca ders vermekte ve dört mezhebin fıkhi hükümlerine göre âlimler yetişmişte idi.
Nizamiye de Muntansıryye de yönetim, eğitim ve öğretim formatı bakımından benzer özelliklere sahip idiler. Yatılı ve burslu okuyan öğrencilerin seçkinleri bu medresede kalmakta, mezunların çoğu çevreye dağılmaktadır. Mezuniyette diploma esası geçerlidir. Mustansırıyye Moğol istilası ile yağmalanıp büyük yara aldığı için Mustansır dönemindeki haşmetini devem ettirememiş. Oysa Nizamiyeler Büyük Selçukludan sonra Anadolu’da kurulan Anadolu, Selçuklu ve Osmanlı medreseleri ile geleneğini sürdürmeyi başarmıştır.
İslam’ı seçen İlhanlılar da bu geleneğe katkıda bulunmuşlardır. Anadolu Selçukluları ve beylikler döneminde Anadolu bir uçtan bir uca Nizamiye geleneğinin takipçileri olan medreselerle donatılmıştır. Konya’daki Sırçalı Medrese, Karatay Medresesi, İnce Minareli Medrese, Tokat’taki Gök Medrese, Buruciye, Şifaiye Medresesi, Kayseri’deki Kunat Hatun Şifahanesi, Sivas’taki Gök Medrese, Erzurum Yakutiye Medresesi bunların bir kaçıdır. Diyarbakır’da dört mezhebe göre ilim tahsil edilen Mesudiye Medresesi, kubbetü’l-İslâm olarak nitelenen Ahlat’taki meşhur medreseler, Mardin’de yaptırılan Hüsâmiyye Medresesi, Sultân Îsâ, Sittî Raviye Hâtun, Muzafferiyye, Zinciriyye, Kasım Paşa, Hacı Ma’rûf, Şehîdiye, Altınboğa Melik Mansur, Savur ve Kızıltepe’deki Medresler, Bitlis’teki Hacı Beğiye Medresesi, Nuhiye Medresesi, İhlasiye Medresesi, Hatibiye Medresesi, Yusufiye Medresesi, Şerefiye Medresesi bunların meşhurlarıdır.
Selçuklulardan sonra Osmanlılar da bilime önem vermişler, Bursa’yı fetheden Orhan Gazi’nin ilk işi İznik’te bir medrese kurmak olmuştur. Bayezid ve Murad dönemlerinde Bursa ve Edirne’de neşvü nema bulan medreseler, Fatih zamanında İstanbul’daki sahn-i semanla zirveye ulaşmış, Kanuni Sultan Süleyman ise dedesinin bu medresesinin üstüne İmparatorluğun ilmi hayatını Süleymaniye ile taçlandırmıştır.
O DÖNEMDE EĞİTİM OSMANLI’NIN FAY HATTIDIR
Yukarıda da değindiğimiz gibi cami ve ribatlarda gelişip darülilimlerden sonra medreselerde gelenekselleşen İslami eğitim İslam uygarlığının üç farklı merkezini asırlar boyu aydınlatmış. Bunlardan Nil vadisinde El-Ezher geleneği olarak devam eden hareket Osmanlının son yüzyılının başında ayakta kalmayı başarmıştır. Maveraünnehirde, Karahanlı ve Gazneli iktidarında nev-i şahsına münhasır özellikleri ile Türkistan medreseleri olarak, diğeri de Mezopotamya’da Bağdat’ta nizamiye ve Mustansırıyye medresleri olarak ortaya çıkmış olanların Anadolu’daki takipçileri yirminci yüzyılın başlarında maalesef skolastik eğitimin cenderesinde can çekişir olmuştur. O dönemde eğitim Osmanlı’nın fay hattıdır. Müslümanların çoğu eğitimsiz gayr-i Müslimler ise eğitimlidir. Son dönemde ekonomi, siyaset ve sosyal hayattaki etkinlikler gayr-i Müslimlerin eline geçmiştir. Osmanlı’nın son dönemine denk gelen Said Nursî’nin gözlemlediği acı gerçeğe göre her şey gibi ilim adamı yetiştiren medreseler de yıpranmış, işlevselliğini kaybetmiştir. Başlangıçta bütün eğitim faaliyetlerinin yapıldığı bir kurum olan medreseler, Osmanlı yenileşmesinin dönüm noktası olan Tanzimat’la birlikte yeni mesleki okulların açılması ile sadece din eğitimi verilen okullar haline getirilmiştir.
Islah-ı medaris kanunu ile Osmanlı Devleti’nin son döneminde medreselerin ders programında ve teşkilat yapısında yeni düzenlemeler yapılmış, Islâh-ı Medâris Nizâmnâmesi bu özellikleri ile geleneksel medrese kuruluş yapısı ve ders programları konusunda köklü ve düzenli yenilikler getirilmesine rağmen bu kez de medrese mektep ayrımı ortaya çıkmış, gönüllerin arındığı yüce bir medeniyet ekolünü temsil eden tekkeler ise medrese ve mekteplerin tamamen dışında kalmıştır. Medreselerin bu çöküntü hali İslam âlemini içine düştüğü durumdan kurtaracak âlimlerin yetişmesini de imkânsız kılmış, mektep-medrese-tekke ihtilafını ortaya çıkarmıştır.
BEDİÜZZAMAN MEDRESE, MEKTEP VE TEKKE BİRLİKTELİĞİNİN İHYASINA VURGU YAPAR
Üstad; mekteplilerin medreselileri fen bilimlerini bilmemekle suçlayarak medreselileri eksik ve itimat edilmez gördüğünü; medreselilerin de mekteplileri inanç zafiyeti ile suçladıklarını, yine medreselilerin tekke ehline şevk vermesi için konulmuş bazı usuller sebebiyle bidat ehli nazarıyla baktıklarını söyler. İslam’ın incisi bu üç kurumun arasındaki fikir ihtilafı ve zevk ayrılığının İslâmî ahlakı sarsıp uygarlık yolunda ilerlemeye mani olduğunu ifade eder. Said Nursî bu ihtilafın giderilmesi için “Müennes olmalı ki velud olsun, asrın ihtiyacına göre kendini yenileyebilsin” düsturundan hareket ederek Modern fen ilimleriyle dini ilimlerin birlikte okutulması gereğini savunmuştur. Çünkü fen ilimleri aklın nuru, din ilimleri ise vicdanın ziyasıdır. Hakikatin tecelli etmesi için ikisinin birlikte okutulması lazımdır. Mevcut sistem devam ettiği müddetçe, yani medreseler sadece dini ilimleri mektepler de sadece fenni ilimleri okuttuğu müddetçe birinden taassup, diğerinden, şüphe doğacaktır. Bu anlamda Bediüzzaman İslam dünyasının eski ilmi satvetine kavuşması için bir medrese, mektep ve tekke birlikteliğinin ihyasına vurgu yapmaktadır. Bunun için de ortaçağın en önemli medreselerinden El-Ezheri örnek verir.
EZHER’İN KIZ KARDEŞİ
Medresetüzzehra idealinde El-Ezher’in yeri nedir?
Üstad, Medresetüzzehra idealinde El-Ezher’i bulunduğu dönemde üstlendiği misyon bakımından örnek vermiş, “âlem-i İslam medresesi” diye adlandırdığı meşhur Ezher’in kız kardeşi olacağını ifade etmiştir. Çünkü El Ezher’in tarihi misyonunu üstlenecek ve İslam Dünyasını karanlıktan kurtaracak fonksiyon icra edecektir. Bu medrese Anadolu, Kafkasya, Hindistan, Arabistan ve Türkmenistan’ın yani Asya’nın tam ortasında Doğu Anadolu’da kurulacak ve bölgenin kara bahtını aydınlatacaktır.
TEORİK BİR MODELLEME LAZIMDI BEDİÜZZAMAN BUNU YAPTI
Medresetüzzehra idealinde bugün El-Ezher’in yeri nedir?
Bugün bu El-Ezher olmayabilir belki ama El Ezher’in bulunduğu dönemdeki misyonunu üstlenen, ortaya koyan bir kurum, bu ideale örnek verilebilir diye düşünüyorum. Onun gayesi fünun-ı cedideyi, ulûm-ı medaris ile mezc ve derc edecek bir kurumun meydana gelmesidir.
Zehra diyor. Neden zehra diyor? Belki de günümüzde bilimin müennes bir eksene doğru kaydığını o günlerden hissettiğinden bunu söylüyor. Belki de üretken olması için. Belki de şefkati temsil etmesi ve bir çiçeğe ad olmasından dolayıdır. Ben bunun üzerinde durmuyorum. Benim için aslolan bir müceddidin eylem bazında olmasa bile fikren bu öze dönüşü, asliyetine dönüşü gerçekleştirmesi için gösterdiği çabadır. Bu konuda teorik bir modelleme lazımdı. İşte Bediüzzaman bunu yapmış, Medresetüzzehra modelini tam da bu zamanda sunmuştu.