Bilindiği gibi medyanın geçmişte ve günümüzde insan üzerinde çok etkili bir güç olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Günümüz dünyasının, hayat tarzı, insanları iletişimin teknik araçlarına daha çok bağımlı hale getirdi. Bununla insanlar görerek, duyarak, okuyarak bilgiler edinmeye başladı. Olumlu veya olumsuz yönden insanlar üzerinde etkisini gösterdi.
Medya; toplumsal yapının bütünselliğini koruma ve bilgi akışını hızlandırma gibi bir fonksiyon icra ettiği gibi, bilgi akışındaki bu sürat, beraberinde ciddi problemler de getirmiştir. Gerek şahıs ve gerek toplumlara ait gerçek dışı bilgilerin ifşası kişilerin ve toplumların hayatını derinden etkilemekte ve çok ciddi hukuki sonuçlara yol açmaktadır. Medya özgürlüklerini kullanırken, bazen kişi ve kurumların hukukları da ihlal edilmektedir. Toplumun huzuru için bu ince dengelerin göz önünde bulundurulması gerekir.
Medya’nın temel görevleri; bilgilendirme, yönlendirme, eğitme, toplumun duygularını dile getirme, toplumsal ilişki kurma, meşru dairede eğlendirme ve uyarma şeklinde tarif edilmektedir. Bunun araçları ise; yazılı, sesli veya görsel tüm kitle iletişim araçları, basın ve yayının tümüdür.
Medya, kamuoyunun düşüncesine açılan bir penceredir. Kamuoyu, bu pencereden bakarak olayları değerlendirir ve hissiyatını dile getirir. Toplumun doğru bakmasına ve doğru kritik etmesine yardımcı olur. Çünkü medya, kamuoyunun güzü, kulağı ve dilidir. Medya; Hükümetleri ve iktidarları olumlu yönden etkilediği gibi, olumsuz yönden de etkileyecek bir güce sahiptir.
Aslında Medya, bir toplumun değerlerini tanıtmak ve duyurmak, nabzını yakalamak, hislerine tercüman olmak, doğru, objektif, haber ve yorum yapmak için vazgeçilmez bir kitle iletişim aracıdır.
Birçok konularda olduğu gibi, tarihi konularda da toplumu doğru ve objektif olarak bilgilendirmek medyanın başka bir görevidir. Ancak her konu bir uzmanlık istediği gibi, tarihi konular da bir uzmanlık ister. Çünkü: “Hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir.”[1] Tarihi konuların kamuoyuna tahlil edilmeden sunulması halinde, ilgili konular hakkında “yarım doktorun candan, yarım imamın imandan ettiği” misali verilen bilgiler eksik kalır. Bu da yanlış bilgi aktarımına kapı açmış olur. Zarar gören yine toplum olur.
Bedüzzaman Said Nursi medya konusında; “Gazeteler, iki kıyas-ı fâsid (yanlış kıyas ve değerlendirme) cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyatla ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumiyeyi (kamuoyunu) perişan ettiler. Ben de gazetelerle onları reddeden makaleler neşrettim.(yayınladım) Dedim ki: “Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye (İslamın edebiyle) ile müteeddib (edeblenmiş) olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten (bütün milletin kalbinde geçeni okumak şeklinde) bîtarafane (tarafsız) çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, (basın tüzüğünü - yönetmeliğini) vicdanınızdaki hiss-i diyanet (diyanet duygusu) ve niyet-i hâlisa (samimi niyet) tanzim etmeli. (düzenlemeli) Hâlbuki siz iki kıyâs-ı fâsidle, (yanlış değerlendirmeyle) yani taşrayı İstanbul'a ve İstanbul'u Avrupa'ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi (kamuoyunu) bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı (intikam fikrini) uyandırdınız. Zira elifba okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye (materyalist felsefe) dersi verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu karı libası (kıyafeti) yakışmaz. Ve Avrupa'nın hissiyatı, İstanbul'da tatbik olunmaz. Akvâmın ihtilâfı, mekânların ve aktârın tehâlüfü, (milletlerin, mekânların, bölgelerin farklı oluşları) zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası,(elbisesi) ötekinin endamına gelmez. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat (teorilerin uygulanması) ve muktezâ-yı hali (halin zamanın ve durumun gereğini) düşünmemekten çıkar.” [2] diyerek yazılı, sözlü ve görsel medyanın nasıl olması konusunda bir çerçeve çizer ve ciddi bir mesaj verir.
Bediüzzaman’ın basın yayınla ilgili bu düşünceleri, bugünkü medya için de geçerlidir. “Basın Yayın Enformasyon”dan sorumlu birimlerin bu düşüncelere basın yayınla ilgili kanun ve yönetmeliklerde yer vermeleri gerekir. Çünkü basın yayının yanlış bilgilendirmeleri halkı ve yönetenleri yanıltarak toplumu huzursuz edip kaosa sürükleye biliyor. Sonuçta zarar gören halk oluyor ve faturası da halka mal oluyor.
Medya ile ilgili yapılan bu açıklamadaki amaç: Yakın zamanda basında yanlış bilgiler dolaşmaya başladı. Bazıları her konuda uzmanmış gibi yazılar yazmaya ve fikirler serdetmeye başladı. Tarihi yanılgılara düşenler oldu. Tebarüz etmiş mümtaz şahsiyetler hakkında yanlış yorumlar ve bilgilendirmeler yapıldı. Örneğin Sultan Abdülhamid ve Bediüzzaman Said Nursi merkezli fikir beyan edenlerin sayısında hayli bir artış görülmeye başlandı. Bu konuda yanlış değerlendirmeler yapıldı, yapılıyor. Bediüzzaman’ın bu konudaki düşünceleri zaman zaman çarptırıldı.
Sanki Sultan Abdülhamid'e karşı bir hata ve yanlış yapmış gibi arayışlara girildi. Ellerinde ciddiye alınabilecek bir delil olmadığı halde güya; Said Nursî, başlangıçta Sultan Abdülhamid'e karşı olduğunu, Onun Mutlakıyet tarzındaki yönetimini zorbacı ve baskıcı gördü. Sonra Ona karşı yaptığı hatadan pişmanlık duymuş ve Abdülhamid'ten özür dilemiş. Evet, insan yaptığı hatadan dolayı özür diler, hatadan hali olamaz ve hata da yapabilir. Ancak Bedüzzaman’ı bir bütün olarak okumak ve tahlil etmek gerekir. Bir zaafımız ve handikabımız da olaylar ve kişiler hakkında tam bir araştırma ve doğru bir değerlendirme yapmadan peşin hükümlerde bulunmaktır.
Said Nursî, Sultan Abdülhamid'in şahsından ziyade, takip ettiği siyaset ve yönetim şekline itiraz etmiş, onun siyasetini "zayıf istibtad" şeklinde tarif ve tavsif etmiş.
Said Nursî’nin Cumhuriyet dönemindeki "şiddetli istibdat"tan söz etmiş olması, Cumhuriyet dönemindeki şiddetli istibdadı nazara vermiş. Sultan Abdülhamid devrindeki "zayıf istibdat" tan söz etmesiyle de Onun zayıf istibdadını nazara vermiştir.
Said Nursî'nin eski ve yeni eserlerinin tamamına bir bütün olarak baktığımızda: Bunların hiçbirinde Sultan Abdülhamid'in şahsına yönelik hakaret ihtiva eden bir sözü yoktur. Hatta “veli bir zat” ifadesini kullanır. Dolayısıyla, özür dilemeyi gerektirecek bir sebep de yoktur. Ancak, bu eserlerin tamamında Sultan Abdülhamid’in siyasetini tenkit eden sözleri, aynen olduğu gibi duruyor. Bu husustaki bilgiler, Bediüüzaman hayattayken bizzat tashihinden geçilerek basılan “Tarihçe–i Hayat”[3] isimli eserinde mevcuttur. İsteyenler bakabilirler.
Bediüzzaman; Şarkın en belirgin illerinden olan Bitliste doğdu, hayatın en verimli dönemini Doğuda ilmin merkezi olan Van, Bitlis, Mardin, Siirt ve Doğubayazıt gibi şarkın önemli yerlerinde geçti. Doğuyu yakından tanıyan, devletin entelektüel şahsiyetleriyle birlikteliği olan bir zattır. Şark insanının karakteristik yapısını ve ihtiyaçlarını çok iyi bildiği için yüz yıl öncesinden Doğu problemini ve Kürt meselesini büyük bir samimiyetle doğru ve sağlıklı bir şekilde tahlil ve teşhis etmiş, çözüm ve tedavi yollarını da “Reçetetü-l avam - Münazarat “ isimli eseriyle ortaya koymuştur.
Bu konuda, dönemin idarecilerine; yerine göre rehberlik, yerine göre ikaz, tespit ve tavsiyelerde bulunmuş. Irkçılığın ve bölücülüğün her türlüsüne karşı çıkmıştır. Cehaletin giderilmesi, için “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz.” Köklü çözümüyle arzu edilen kalkınmanın gerçekleşmesi ve bölgenin makûs talihini değiştirecek; Van, Bitlis, Siirt ve Diyarbakır’da kurulacak, bütün Doğu’yu manen ve ilmen ayağa kaldıracak olan büyük bir Darü’l-fünun yani “Medresetüzzehra” adını verdiği çok önemli bir eğitim projesini, devrin padişahı II. Sultan Abdulhamid Han’a takdim etmiş. “Şimdiye kadar bizi avamperestane (cahilce) safsatalar (gerçekdışı şeylerle) ile cahil bıraktılar. Bundan sonra da bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz. Medreseler hayatlanacaktır. Anladım ki, dünyevî saadetimiz bir cihetle, fünun-u cedide-i medeniye (medeniyetin yeni fenleriyle) ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin (bozulmamış) bir mecrası, ulema ve bir menbaı (kaynağı) da medreseler olmak lazımdır. Ta ulema-i din fünun ile ünsiyet (din âlimleri, fen ilimleriyle yakınlık) peyda etsin.”[4] Fikirleriyle telkinde bulunmuş.
“Bediüzzaman, İslam dünyasının merkezi ve irtibat noktası olarak tanımladığı hilafeti korumak amacıyla toplumsal alandaki icraatları ile hata ettiğini düşündüğü merhum İkinci Abdülhamid’e gazete yoluyla verdiği “ En doğru yolun uzlaşma” olduğunu söyler.
Bir gazete yazısında, Sultan Abdülhamid’e; o tarihte istihbarat merkezi olduğu şayiası gündemde olan ve Abdülhamid’in Avrupa’dan gelen opera ve tiyatro temsillerinin ağırlandığı bilinen Yıldız Sarayı için “Yıldızı darülfünun et, tâ Süreyya kadar âli (Ülker yıldızı kadar yücelsin) olsun” ifadelerine yer verir. Aynı gazete yazısında Abdülhamid’e, idaresine bir anlamda ortak olan milletin hediye ettiği serveti, yine milletin en baş sorunu olan cehaleti ortadan kaldıracak tedbirlerin alınması yönünde harcaması; ahir ömrünü ise, dünyayı terk ederek ahreti yolunda sarf etmesi gerektiğini tavsiye eder.” [5]
Kısacası Bedüzzaman; Sultan Abdülhamid’i gerek kişiliği ve gerek yaptığı icraatıyla tanıyan, nerede, nasıl hitab edeceğini ve neyi konuşacağını çok iyi bilen bir zattı. Eserlerinde bu konuyla ilgili açıklamalar yapmış ve hakkâniyet ölçüleri çerçevesinde değerlendirmelerde bulunmuştur.
Benzeri bütün konularda ilkesel bir tavır takınmıştır. Bunu zamana ve şahıslara endekslememiş. Yani konjonktürün ne olduğuna veya karşısındakinin kim olduğuna göre tavrını değiştirmemiştir.
Meşrûtiyet’in ilânından önce bir konuşmasında, Sultan Abdülhamid’i; Osmanlının maddi ve manevi yaralarını tedavi etme niyetinde olan peygamberin bir halifesi konumunda olduğunu yaşasınlar ile tavsif eder. 1909 da kaleme aldığı başka bir makalesinde, Sultan Abdülhamid’e Mana âleminde İslam âleminin padişahı olarak gördüğünü, kamuoyunun teveccühünü ve sevgisini kazanması için ömrünün zekâtını adaletiyle meşhur II. Ömer olarak nitelendirilen Ömer bin Abdülaziz’i örnek almasını tavsiye eder. Yani Bediüzzaman Hazretleri; Sultan Abdulhamid’i tanımıyor değil, aksine çok iyi tanıyor. Bunun içindir ki, çözüm olarak Şarkın maddeten ve manen kalkınma projesini kendisine sunmaya çalışıyor.
Bediüzzaman’ın Sultan Abdülhamid’e sunduğu “Medresetüzzehra” olarak adını verdiği eğitim projesi, gerçekleşseydi bu gün Doğu’daki “Kürt –Türk” çatışması yerine “Kürt –Türk” kardeşliği sağlanmış olacaktı.
O gün geçekleşmemiş bir proje olsa bile, “zararın neresinden dönülse kârdır” düşüncesinden yola çıkılarak geç kalınmış olan bu proje, yeniden gündeme alınarak hayata geçirilebilir.
Böylece birlik-beraberliğimizi bozmaya ve engellemeye çalışan iç-dış kaynaklı fitnelerin önüne geçilmesi için “Kürt–Türk” kardeşliği olan “toplumsal barış ve kardeşlik projesi” yeniden tesis edilerek büyük katkılar sağlayacaktır. İnşallah…
Faydalandığım kaynaklar
-Divan-ı Harb-i Örfi Ve Sultan Abdulhamid Üzerine bir tahlil. Said Nursi’nin Demokratik Toplum Tasavvuru. Köprü- Yaz 2010 [ 111. Sayı Bediüzzaman’ın Kürt Meselesi’ne Dair Teşhis ve Çözümleri İsmail ÇOLAK
-Said Nursî, Sultan Abdulhamid’den niye helâllik istesin ki? Latif SALİHOĞLU Yeniasya Gazetesi
-Bedîüzzaman II. Abdülhamid'e mu'ârız ve muhâlif miydi? 12 Ekim 2013, Ahmet AKGÜNDÜZ
[1] Hutbe-i Şamiye
[2] Beşinci Cinayet: Risale- Nur Enstitüsü, Divan-ı Harb-i Örfi, Sayfa 25
[3] Bkz: İki Mekteb–i Musibetin Şehâdetnânesi, üstelik Mukaddime'nin ilk cümlesi.18.04.2009
[4] Muhakemat | Birinci Makale (Unsuru'l-Hakikat
[5] Tarihçe-İ Hayatı | 113 İlk Hayatı Yeniasya Neşriyat