Bu yazıyı yazdığım haftanın ilk günü, Gençlik Merkezi'nin davetlisi olarak Trabzon'un bir ilçesinde iki liseye gittik. Sağ olsunlar okul müdürleri heyecanlı ve dikkatli olarak öğrencilerini takip ediyorlar. Bir okulda sınıfları gezerek, birinde de toplu olarak "Farkındalık" seminerleri verdik. Yaklaşık iki yüz öğrenciyle, değişik zaman dilimlerinde beraber olduk.
Bir taraftan da Batı'nın teknolojisi ile başı dönmüş, "ibret, hayret, tefekkür ve tesbihle" alakasız; "tabiat tağutunun zulümatı içinde sağır, kör, mefluç çocuğa dönmüş" bir hanımefendiye dilimiz ve elimiz döndüğünce, cevaplar yetiştirmeye çalıştık.
Bu "mefluç çocuk gibi" benzetmesi Arabî Mesnevinin Şadi Eren çevirisinin 335. sayfasında geçiyor. Çok güzel ve tam isabetli bu benzetmeyi üstad meleklerin, ruhanilerin ispatı için yapıyor. "Şu kâinatta neredeyse kal dili(söz dili ) ile konuşacak derecede olan haşmet, süs, nimet ve ikramlara bakıp anlayan, ibret alan insanlar ve cinlerden başkası görülmüyor." tespitinden sonra; gafletle, tabiat tağutunun zulümâtı altında kalmış ve bundan dolayı ibret hayret ve tefekkürünü kaybetmiş insanlar için kullanıyor. Yani asıl görevi olarak zikir, fikir, şükür için şu dünyaya gönderilmiş insan ve cinler, bu asıl yaratılış gayesini yapmıyorlar. Güzel bir benzetme ile bu kadar süslü ve hikmetli kâinat karşısında sanki hem felçli hem de kör, sağır durumuna düşmüşler. Öyleyse, "Şu kâinat, cin ve insandan başka, ibret alan ve tesbih eden ruh sahipleri ile dolu olması kat'i bir zaruret ve bedihi bir hakikattir." izahı ile ruhanilerin varlığını akla yaklaştırıyor.Gerçekten de "kör, sağır, mefluç çocuk durumuna" düşmüşüz arkadaş.
Kader konusundaki şüphelerini kısa izahlarla izâle ettiğimiz bu hanımefendiye, bu sefer düşünüp tefekkür etmesi için "Bir yaratılış gayemiz olmalı değil mi? Bütün unsurlar bize hizmet için koşuyorlar âdeta. Bunları koşturan kimdir? Bunları bir gaye etrafında el ele, baş başa verdireni tanımak lazım değil mi? Dünyada aklı ve kendinden haberi olan sadece biz insanlarız. Öyleyse, bu hikmetli işleyişi ve şuursuzların şuurlu şekildeki hizmetlerini görüp tefekkür etmemiz gerekmez mi?" mealinde sorular sormaya çalıştık. Akıllı bir telefonun kör, sağır, felçli bir çocuk elinde bir anlam ifade etmemesi gibi; bu kâinat da bu hanımefendinin elinde, karşısında hiçbir anlam ifade etmiyordu. Yani kör, sağır ve bir felç hâlini yaşıyordu.
Okullara dönelim biz. Aynı şeyleri bazı ilavelerle "Farkındalık Konuşmalarımızda" öğrencilere de sorduk.
- Saniyede otuz kilometre hızla sarsılmadan yolculuk ettiğimiz bir uçaktayız, farkında mısınız?
- Isımız ve ışığımızın 149 milyon kilometre öteden aksamadan ve unutulmadan gönderildiğinin farkında mısınız?
- Dünyada hiçbir değerle değişmeyeceğimiz gözümüz, kulağımız, kaşımız, saçımız var. Hem de uyumlu bir şekilde bir kafada, sana en güzel hizmeti sunmak için buluşturulmuşlar, farkında mısınız?
- Göz kapağının bir dakikada yirmi defa, senden habersiz indirilip kaldırıldığını; senin hayatının devamı için çalışan hücrelerin; dolaşan kanının, işleyen kalbinin, damarlarının; yenilenen derinin, periyodik şekilde bakımı yapılan vücudunun ve her şeyi depolayıp kaydeden hafızanın farkında mısınız?
-Tatsız, tuzsuz toprak oksijen, hidrojen ve karışık minerallerden tatlı, kokulu, şekilli ve renkli oduna, meyveye, sebzeye döndürülüp önüne atılıyor, farkında mısınız?
-Her şey mucizevî şekilde sessizce işliyor, işlettiriliyor. Ot yiyen bir hayvan basit bir otu, sekiz mâmül maddeye çevirip giyeceğini, etini, sütünü, yakacağını üretiyor, farkında mısınız?
- Her gün bir defalığına sana, onun bir saatini beş vakit namaza ayırmanız için verilen yirmi dört altın değerindeki bir günün değerinin farkında mısınız? -Bugün namaz kılmadığında, o gününün boşa geçtiğini ve bunun telafisini de olmadığının farkında mısınız?
-Hasılı bunların sahibi, sana bunları anlatıp bildirmek için binlerce peygamber ve kitap gönderdiğinin farkında mısınız, farkında mıyız?
Gerçekten ne kadar hangi derecede farkındayız? Bakışlarımıza ibret, fikret, hikmet ne kadar hâkim? Zamanı yatay boyutu ile yaşıyoruz ama dikey boyutta yani kaliteli ve verimli bir şekilde kullanabiliyor muyuz? Bir defalığına verilecek bu sermaye. Dönüşü olmayan bir yolculuk içindeyiz. "Saatimiz işlemiş, biz durmuş muyuz, gökyüzünden habersiz uçurtma mı uçurtmuşuz yoksa?" Öyle diyor aynı şair: "Hayatı müsvedde yaşamayınız, temize çekmeye vaktiniz olmaz."
Müsvette yaşamak ne kadar büyük bir kayıp? Düşünebiliyor musunuz, kâinatın halifesisin, kameralar peşinde. Her sesin, sözün, yönelişin, adımın, kulak kabartman kayda girmiş. Büyük ve yüksek huzurda bunları seyredeceğini düşün. Kayıtlar açıldı, sırlar saçıldı. Ömür tartıya girdi. İhlas miyarına göre kaç kırat olduğumuz, liyakatimizin karşılığı bize iletildi. Kazancın da kaybın da ebedî. Arası kapatılmayacak yani. İşte böyle bir günde kör, sağır ve felçli bir çocuk gibi kalmak ister miyiz?Tefekkürsüz, tezekkürsüz, fikretsiz, ibretsiz bir şahsî dünya nasıl burada insanı kör, sağır, felçli bir çocuk durumuna getiriyorsa; bu hâlin ebed âlemine yansıması da öyle olacak zâhir.
"Bu din kalsın, almayacağım." diyor hanımefendi. Dindarların hal-i pürmelaline bakıp bir hüküm veriyor. Dinimizin güzelliklerini göstermede etkisiz ve yetersiz kalan Müslümanların hâlini, hidayetine engel görüyor. Zamanında hizmette birlikte olduğumuz bir arkadaş da beni bu tip bahaneyle şaşırtmıştı. Bunlar doğru ama büyük günde elimizde geçerli bir bahane değil. "Başkasının dalâleti bizi hidayetten alıkoymamalı." O zaman zarara rızamızla girmiş oluruz. Dünyevî işlerimizde böyle bahanelere sarılmadığımız gibi, burada da elimizden geliyorsa, ihmali âmele tebdil etme gayretimiz olmalı.
Evet dostlar, her bereket ve feyzin kaynağında dinamik bir şuur, derin bir tefekkür, ibretli bir bakış ve her dakikasına nüfuz edebilen tanzim dikkati yatıyor. Aman ihmal etmeyelim.
Selam ve dua ile.