(Bu kitabı özetlememin nedeni, edebiyat tarihi Akif’in kişiliği konusunda pek fazla şey anlatmamasından dolayıdır, o çocuklarımızın zihninde bir marşın şairi olarak görülür işte o kadar. Halbuki Akif bir ülkeyi, bir nesli biçimlendirecek kadar olağanüstü özelliklere sahiptir, işte bu ülke garip bir ülkedir. Himmet Uç)
MİLLİ KUVVETLER VE ANKARA YILLARI
Akif daha sonra milli kuvvetlere katılmış olan kimselerle görüştü ve onları tebrik etti. Birkaç gün sonra da Eşref Edib’le İstanbul’a döndü. Mehmet Akif’in Anadolu’da halkı düşmanla savaşmaya çağırdıktan sonra İstanbul’a dönmesi büyük bir cesaret örneğiydi. Nitekim o Balıkesir’den döndükten sonra İstanbul hükümetinin ve işgalcilerin Sebilürreşat üzerindeki baskısı arttı. Ama bu baskı ne Eşref Edip’i ne de Akif’i yıldırdı. Onlar dergiyi Anadolu’daki direnişçilerle İstanbul’da direnişi destekleyenler arasında bir haberleşme vasıtası haline getirmişti.
Akif tehlikeli bir işe daha girişti, 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’ya hizmet etmiş Hintli, Tunuslu, Faslı, Libyalı bazı Müslümanların ülkelerine dönebilmeleri için çalışıyordu. Savaş bitince bu insanlar İstanbul’da sahipsiz kalmıştı.
İşgal Akif’in başında amansız bir ağrıydı, sokağa çıktıkça düşman askerlerini görmemek için ara sokaklardan yürüyordu, vapura bindiğinde en alttaki salonda oturuyordu. 16 Mart 1920‘de İngilizler İstanbul’u tamamen işgal etti. Şehre yeni kuvvetler çıkmıştı, çok sayıda vatansever tutuklandı, İngilizler meclisi da basmıştı. Padişah meclisi kapatınca milletvekilleri Ankara’ya geçmenin yollarını aramaya başladı.
Akif ve damadı Ömer Rıza, Çengelköy’de vapura binecekleri sırada İstanbul’un her yerine asılmış ilanlardan birini gördüler. İlanda “işgale karşı çıkanların ölüm cezasına çarptırılacakları” duyuruluyordu. Vapura önce Ömer Rıza girdi, hemen alt salona inerek bir köşede hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Az sonra da Akif damadının yanına geldi oturdu. Dirseğini dizine dayamış, elini çenesine koymuş düşüncelere dalmıştı. Alnında biriken ter yanaklarından süzülüyordu. Aradan çok geçmedi, bir akşam eve dönerlerken Akif, Ömer Rıza’ya “Ben artık gidiyorum, çoluk çocuk sana emanet” dedi. 10 Nisan 1920‘de ev halkı sabah erkenden uyandı. Namazını kılan Akif, yanına kitap ve biraz çamaşır aldı, ailesiyle vedalaştı. 12 Yaşındaki oğlu Emin ile birlikte evden çıktı, hava henüz karanlıktı. Çengelköy’den Üsküdar’a kadar yürüdüler. Onları orada yolculukta yanlarında olacak birkaç kişi ve bir fayton bekliyordu. Hep birlikte Alemdağ’da bir çiftliğe gidip atlara bindiler ve yola çıktılar. İngilizler Anadolu’ya geçişleri engellemek için her tarafta yolları kesmişti.
Akif 14 gün süren tehlikeli ve yorucu bir yolculuktan sonra 24 Nisan 1920 tarihinde öğleden sonra Ankara’ya ulaştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi bir gün önce açılmıştı. Meclis’in bahçesinde karşılaştıkları Mustafa Kemal Paşa, Akif’e “Tam zamanında geldiniz” dedi. Çünkü o günlerde Milli Mücadeleyi engellemeye çalışanların direnişçilere saldırısı artmıştı. Bunlar “Padişahımız savaş ilan etmediği için düşmanla savaşmamalı!” diyorlardı. Akif’in halkı direnişe çağırması çok faydalı olacaktı.
Bir süre sonra Eşref Edip’le Ankara’ya geçecek, ikili Sebilürreşad’ı orada çıkarmayı sürdüreceklerdir. Akif Ankara’ya gidince İstanbul hükümeti onun Darülhikmet-il İslamiyede‘deki görevine son verdi. Akif’in dost bildiği kimseler korkudan veya fikir ayrılığından dolayı onun İstanbul’da kalan ailesiyle ilişkilerini kestiler.
Anadolu’da direniş henüz küçük askeri birlikler ve halk kuvvetleri tarafından sürdürülüyordu. Akif ilk konuşmasını 30 Nisan Cuma günü Ankara’da Hacı Bayram Camiinde yaptı. Sonra Konya’nın ileri gelenleri ile görüşerek bütün şehrin direnişe katılmasını istedi. Ardından Eskişehir ve Antalya’ya gitti. Yolu üzerindeki Afyon, Sandıklı, Dinar, Burdur gibi yerlerde halka seslendi. Onlara “Bu mücadele bir ölüm kalım mücadelesidir“ diyordu.
Mehmet Akif Meclis’te Burdur milletvekili olarak görev yaptı.
Temmuz 1920‘de Yunan Ordusu büyük bir hücuma geçti. Balıkesir ve Bursa işgal edildi. Bir ay sonra 10 Ağustos 1920‘de İstanbul hükümeti ile işgalci devletler arasında Sevr Antlaşması imzalandı. Bu anlaşma Türkiye’nin doğusunu Ermenilere, batısını Trakya dahil Yunanlılara veriyordu. Kalan yerler üçe bölünüyor, bu üç bölge de İngiliz, Fransız ve İtalyan sömürgesi oluyordu.
Akif 19 Kasım 1920‘de Kastamonu Nasrullah Camiinde bir konuşma yaptı, konuşma çoğaltılıp halka dağıtıldı, gazetelerde yayımlandı. Aralık sonunda Ankara’ya döndü. Hiç kimse Sevr Anlaşmasının getireceği felaketi Akif kadar açık anlatamamıştır.
NASRULLAH CAMİİNDE
Ey Müslümanlar, Avrupalıların ilimde ve teknikte attıkları adımlar büyüktür. Fakat kendilerinden saymadıkları milletlere karşı davranışları küçüktür. Asya ve Afrika’da insanlar onların zulmü altında yaşıyorlar. Biz dünyanın üç kıtasında egemendik, her yeni hücumda yurdumuzun bir büyük parçasını elimizden aldılar. Bugün bizi Asya’nın ufak bir parçasında bile yaşayamayacak hale getirdiler. Elimizde kalan bu bir avuç toprağı da verecek olursak çekilip gitmek için arkada bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar kaybettiğimiz o koca memleketlerin Müslümanları göç ederek Anadolu’ya sığındı. Anadolu elden çıkarsa biz nereye sığınacağız? Sevr anlatması bize yaşama imkanı bırakmıyor. Halkın çoğu Sevr Anlaşmasını kavrayamamış, Sevr’e göre Trakya elden gidiyor, İstanbul’da padişah ancak 700 asker bulundurabilecek. Bu demektir ki şimdi Trakya’yı verdikleri Yunanlılar bir süre sonra bir hamlede İstanbul’u da ele geçirecek. İzmir, Aydın bölgeleri ve Trakya Yunanlılara verildiğinden kısa zaman içinde oralarda tek müslüman kalmayacak. İstanbul’un idaresi Avrupalılardan oluşan bir komisyona bırakılıyor. Bize bırakılan yerlerde asker bulundurmamız yasaklanıyor. Devletin bütçesi de İngiliz-Fransız denetimine giriyor. Yabancılar mahkemeye çıkarılamayacak, vergi vermeyecekler. Niçin bizi ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Çünkü esarete düşmeyen yalnız biz kaldık. Türk milletinin devrilmesi bütün müslüman milletlerin kurtuluş umudunu söndürür. Sevr anlatması ile bizden istenen şu şehir bu şehir değil, doğrudan doğruya başımızdır. Avrupalılar bizi tam sömürge ve köle yapmak için bugün Yunan ordusunu ve aramızda çıkardıkları ayrılıkları kullanıyorlar. Birleşmeliyiz. Hep beraber düşmanla savaşarak Sevr paçavrasını yırtmalıyız, bu yapılmadıkça İslam için Türklük için yaşama imkanı yoktur. Eğer sömürge olursak hepimizi tek tek öldürecekler. Umutsuzluğu, miskinliği, arılığı, gayrılığı bırakıp atalım, din ve devlet için savaşalım. Bu toprak dinimizin son yurdudur, bu toprağın çiğnenmesi dinimizin çiğnenmesi demektir.
ANKARA GÜNLERİ
Akif, Tacettin Dergahı’nın bir odasında kalıyordu. Mutluydu. Çünkü inandığı değerler uğruna mücadele halindeydi.
(Akif’in hayatı kaçırılmış gizlenmiş bir hayattır, onun çeşitli mülahazalarla kırpılması sadece bir şair havası verilmesi yeni nesillere portre sunmada yetersiz kalınmasını doğurmuştur. Necip Fazıl, Arif Nihat, Halide Edip, Yakup Kadri daha başkaları bir şahsiyet olarak değil, kısır bir pencereden anlatımlardır. Bizim bilmediğimiz hikmetleri vardır muhakkak. Ama yeni nesillere köksüz, verimsiz adamlar ayrıntılı tanıtılmıştır. Bugün öğrencinin kafasında bir Akif portresi yoktur, Necip Fazıl da öyle daha başkaları da... HU)
Bir gün Adnan Adıvar ve Yusuf Akçura Bey, Meclis’te ondan Fransızca bir makaleyi çevirmesini istediler. Akif makaleyi aldı “Yazınız diyerek çeviriyi yazdırdı. O akşam odasına memnun döndü. “Bugün gündeliği hak ettim.” Halbuki o gündeliği hep hak ediyordu. Fransa’da okumuş olanların bile içinden çıkamadığı yazılar, çevirmesi için ona getiriliyordu. Bunlar arasında resmi yazışmalar da vardı. Meclis görüşmeleri sırasında lügat kullanmadan harıl harıl Türkçeye çevirirdi.
Akif, ya okur, ya okutur, ya öğrenir, ya öğretirdi. Meclis memurlarından Mahir İz Bey kendisi ile tanıştırıldığında Akif’in ona ilk sorusu şu olmuştur. “Ne okuyup ne yazıyorsunuz?” Mehmet Akif, Mahir Bey ve bir grup milletvekiline Arapça, Farsça dersleri vermeye başladı. Sabah saatlerindeki bu dersten sonra Balıkesir milletvekili Hasan Basri Çantay ve arkadaşlarına önemli Arapça eserleri okutuyordu. Öğleden sonra Meclis’e geliyor Fransızca çevirilerle uğraşıyordu. Gece de hariciyede hukuk danışmanı olan Münir Ertegün Bey’e ve arkadaşlarına Fars edebiyatı dersleri veriyordu. Samih Rıfat Bey’le yaptığı sohbetlerin konusu ise Türk edebiyatı idi.
Yalnız kaldığı bazı geceler, nısfiye üflerdi. Güzel sesli birisi geldiğinde ona mutlaka bir şarkı ya da ilahi okuturdu. Hasan Efendi’nin kızı Süheyla ile evlendirdiği Hayrettin Karan Bey’in okuduğu Bülbül şiirini duygulanarak dinlerdi. Bülbül’ü Ali Rıfat Bey bestelemişti.
Çok temiz bir insandı Akif. Dişleri bembeyazdı. Daima misvak kullanırdı. Çok erken kalkar, yaz kış her sabah soğuk su ile yıkanırdı. Tacettin Dergah’ında oğlu Emin’i de böyle titiz olması için devamlı uyarırdı.
Akif’in küçük odasında en önemli eşyaları paslı bir semaver ve bir kilimdi. Bir gün Hasan Basri Bey’i çaya davet etti. Basri Bey tam evinden çıkacaktı ki Akif geldi. Mahcup mahcub “Çayı bizde değil sizde içeceğiz” diyordu. Hasan Basri Bey kısa bir süre sonra bunun sebebini öğrendi. Akif kilimini kapıya gelen bir yoksula vermişti. Bir kış günü paltosunu yarı çıplak bir yoksula giydiriveren de Akif değil miydi?
BİR MİLLİ MARŞ GEREKİYOR
İstiklal savaşını yürüten kadro bir milli marş istiyordu. Bu marş devam etmekte olan savaşın ruhunu bütün memlekete taşımalı gelecek nesiller için de kuvvet kaynağı olmalıydı. Ankara hükümeti bu isteği benimsedi ve bir yarışma düzenledi.
Maarif Vekaleti 7 Kasım 1920’de gazetelere ilan vererek yarışmayı duyurdu. Seçici kurul kendisine ulaşan 724 şiirden altısını seçerek milletvekillerine dağıttı. Şiirler güzeldi ama istenen heyecanı verememişlerdi. Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey Akif’in yarışmaya katılmadığını öğrenince bunun sebebini araştırdı. Yarışmayı kazanana 500 lira ödül verilme kararı onun katılmama nedeni idi. Akif para ödüllü bir yarışmaya katılamazdı. Akif’in dostları ona yarışmanın amacına uygun bir şiir yazması için ısrar ettiler. Hamdullah Suphi Bey de ona bir mektup yazdı.
Muhterem Efendim, Milli şiirimizi yazmanız o şiirle ulaşmak istediğimiz amaca erişebilmemiz için son çaredir. O verilecek para ile ilgili asil endişenizi giderecek ne varsa yaparız. Memleketi bu etkili telkin ve heyecan vasıtasından mahrum bırakmamanızı en derin saygılarımla rica ederim. Sevgilerimi arz ve tekrar ederim fendim...”
Son çare ifadesi Akif’i etkilemişti.
1 Mart 1921 tarihinde Meclis Başkanı Mustafa Kemal kürsüdeydi. Aradan geçen bir yılın başarılarının anlatıyordu. “Ecdadımızın kalplerimizde yükselen sesi bizi son kurtuluş mücadelesine çağırdı. Ufkumuzda görünen ışıkların bedbaht vatanımızda bir hayırlı sabah olmasına dua ediyorum. İsmet Paya cepheden yeni gelmişti, o da kürsüye çıkıp yeni kurulmakta olan orduyu övdü. “Askerimiz düşman siperlerine girmek için canını sakınmıyor. Omuzlarına binmiş yükün ağırlığını biliyor...”
Meclis “Sağ olsun askerimiz!” nidalarıyla inlerken kürsüye çıkan Hamdullah Suphi, Mehmet Akif’in şiirini okudu. Bu şiir sanki az önce konuşulanları önceden bilen birisi tarafından yazılmıştı. İşte o mücadele günlerinde kalpler böylesine birlikte atıyordu. Hamdullah Suphi‘nin okuduğu her kıta Meclis’in alkış tufanı ile karşılandı. Milletvekilleri şiirin güzelliğine doyamayınca şiir üst üste üç defa okundu.