Akif Çanakkale Şehitlerini ve İstiklal Marşını yazdı, sonra Milli Mücadelede Çanakkale’de ölen şehitlere karıştı.
İstiklal Marşı mecliste okunurken, o anlarda milletvekilleri Mehmet Akif’i görmek için onun oturduğu yere bakıyorlar ve onun başını kollarının arasına almış sıraya kapanmış olduğunu görüyorlardı. Derken Abdulgafur Efendi dua etmeye başladı. Meclis şimdi de “amin”lerle inliyordu. Mehmet Akif’in kaleme aldığı İstiklal Marşı 12 Mart günü alkışlar ve dualar eşliğinde Milli Marş olarak kabul edildi. Hamdullah Suphi Bey’in bir defa daha okuduğu şiiri, Meclis o gün ayakta dinliyordu. Mehmet Akif‘i görmek isteyenler bunu başaramadı. Çünkü o az önce mahcup bir şekilde salondan ayrılmıştı.
Mehmet Akif yasa gereği meclis kasasından çıkarılan 500 lirayı bir kuruşuna dokunmadan fakir kadınlara iş edindirmek için kurulan bir hayır kurumuna bağışladı. O sırada cebinde bir arkadaşından az önce borç aldığı iki lira vardı.
Büyük Zafer
Temmuz 1921‘de Afyon, Kütahya ve Eskişehir Yunanlıların eline geçti. 13 Ağustos 1921‘de büyük bir hücuma geçen Yunanlılar Ankara yakınlarına kadar geldiler. Amaçları Ankara’yı alıp Türkleri teslim olmaya zorlamaktı. O sıkıntılı günlerde Ankara’daki birçok memur ve milletvekili gibi Akif de ailesini daha güvenli olan Kayseri’ye yollamıştı. Akif için 80 yaşındaki annesinin bir kağnının üzerinde yollara düşmesi çok hüzün vericiydi. Bir ara meclisin Kayseri’ye taşınması düşünüldü fakat Akif buna karşı çıkanlar arasındaydı. “Meclisi taşıyalım ama Kayseri’ye değil, savaşın sürdüğü Polatlı’ya” dedi.
O andan itibaren Akif’in nicedir özlediği birlik beraberlik sağlandı. Memleket tek yürek tek bilek olmuştu. Millet evindeki son hayvanını, son bulgurunu, son elbisesini orduya verdi. Kadınlar sırtlarında cephane taşıdı. 1. Dünya savaşında üç-dört evladını şehit vermiş ailelerin hayatta kalan son çocukları da akın akın cepheye koştu. Ve beklenen an geldi.
Yunanlılara karşı büyük bir hücuma geçilecekti. Mehmet Akif cepheleri dolaştı, askerlere cesaretlerini öven konuşmalar yaptı. Türk ordusu 26 Ağustos 1922‘de bütün cephelerde taarruza geçerek Yunan ordusunun büyük kısmını yok etti. Kalanlar da İmir’den denize döküldü. Akıllara sığmayan zulüm ve işkenceler böyle bitti. Akif’in İstiklal Marşı’nda dile getirdikleri olmuş, din ve devlet için kahramanca çarpışanlar yurtlarına yapılan ahlaksızca saldırıya göğsünü siper edenlere Hakk’ın vaad ettiği zafer gerçekleşmişti.
Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım
Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım
Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım
Mehmet Akif’in altıncı şiir kitabı olan Asım 1924 yılının Ağustos’un da yayımlandı. Bu tek ve uzun şiir Süleyman Nazif’in ifadesiyle “bir şiir mucizesidir.” Büyük şair, fikirlerini, heyecanını, naat gücünü bu şiirde ortaya koymuştur. Mehmet Akif vatan ve millet için çalışan, çalışkan, güçlü, ilim sahibi, dini ve milli duyguları kuvvetli bir karaktere hasret duymaktaydı. Asım bu karakteri temsil etmekteydi. Ona göre vatanı ve milleti Asım’ın nesli yüceltebilirdi.
Akif 1923-24 kışlarını Mısır’da geçirdi. Önemli olan vatanın kurtulmasıydı. Akif Gece şiirinde hayret dolu yılları terennüm ediyordu. 1925 sonunda tekrar gittiği Mısır’dan 1936’ya kadar dönmedi. 1929’de Kahire Üniversitesinde Türk edebiyatı dersi vermeye başladı. Onu asıl memnun eden Arap öğrencilere en sevdiği Türkçe yazıları okutabilmekti. Derslerde coşar bu yazılardan duyduğu heyecanı aralarında dolaşarak öğrencilere de hissettirirdi. Nil kıyılarında gözleri dolu dolu bayrağını arayan bu adam için Türkçe yazılar da bir bayraktı.
Akif’in Mısır günlerinde uğraştığı en önemli konu Kur’an-ı Kerim’in anlamını Türkçe’ye çevirmekti. Bu çalışma sırasında Hafızlığını güçlendirdi. Rüştiye yıllarındaki hıfz hocası Mehmet Rasim Hoca‘ya yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Artık demir hafız oldum, üç-dört dayanıklı Müslüman bulursam hatimle teravih kıldırmak niyetindeyim.”
Mehmet Akif’in yedinci ve son kitabı Gölgeler 1933 yılında Kahire’de yayımlandı. Kitaptaki şiirlerinde şairin iç dünyasındaki dev dalgaların sesi işitilir. Gece, Hicran ve Secde şiirlerinde Akif’in şiir sanatı içinde değil, genel şiir sanatında da zirve kabul edilir. (Bu şiirlerde şair realist değil sembolisttir. Zaman ve zemin gereği. Büyük adamlar kendilerini her şekilde ifade ederler.)
Akif, 1935 yılında hastalandı. Temmuz ayında Lübnan’da yapılan muayenede hastalığın kesin bir teşhisi konulamadı. Karaciğerinin iyi olmadığını anlıyordu. Doktorların “yüksek bir yerde dinlenin” tavsiyesine uydu. Lübnan’da Aliye yakınlarındaki Sukul-ı Garb köyünde bir otele yerleşti. Ali Hilmi Bey’in ısrarı ile Antakya‘ya gitti. Ağaçlık, bahçelik, yemyeşil bir Türk yurdu dediği Antakya’da halk Akif‘i sevgi ile karşıladı. Bereketzade Cemil Bey’in evinde ağırlandı. Akif‘in ifadesiyle asil bir insandı. Karaciğerini perhiz yoluyla iyileştirmeye çalıştılar, bir süre sonra Hilvan’a döndü. Endişeliydi “vatanıma gidemeyeceğim burada öleceğim diye korkuyorum” diyordu. Aralık 1935’de bir cerrahi kongresi için Kahire’ye gelen Dr. Tevfik Remzi, Akif’i görmek için Hilvan’a uğradı, onu muayene etti. Dönüşte İstanbul’da verdiği haber çok kötüydü. “Hastalğı elimle tuttum, Siroz…” Bir süre sonra Mısır’dan Akif’in dostlarına bir telgraf geldi. “İstanbul’a dönüyorum.“
17 Haziran 1936 idi. Akif Galata rıhtımına yanaşan bir geminin merdivenlerinden ağır ağır iniyordu. İsmet Hanım’ın koyuna girmişti. Zayıf ve yorgundu. Ama memnundu, işte yıllardır hasreti ile kavrulduğu vatanında, o güzel İstanbul’da ve kendisini unutmamış dostlarının arasındaydı.
Dost Akif
Akif’in dostlarıyla ilişkileri karakterinin heyecan verici bir özetidir. Felsefe ve edebiyat bilgini Ömer Ferit Kam, Akif’i Lamartine’in bir eserinden nasılsa onun gözünden kaçmış bir parça gösterdi. Akif, Lamartin’i çok severdi, Ferit Bey’i de o anda sevdi. Böyleydi Akif, sevdiklerini sevenleri de severdi. Çok beğendiği Cevdet Paşa’yı beğenen birine rast gelirse onu da severdi. Fatin Gökmen Bey’i hem dini eğitim aldığı hem de bir matematik ve astronomi bilgini olduğu için sevdi. Kandilli Rasathanesi’nin kurucusu olan Fatin Bey için “İslam bilgini işte böyle olmalıdır“ diyordu. Felsefe Profesörü Emrullah Efendi’yi dillere destan bilgisine rağmen kimseye tepeden bakmadığı için sevdi. O, Akif’in çok önem verdiği bir özelliğe daha sahipti. İşlerini Allah’a bırakıyordu. Yani sonucu Allah’tan beklerdi, tabii o işleri başarmak için bütün gücüyle çalıştıktan sonra.
Dil, edebiyat, felsefe ve din bilgini Babanzade Ahmet Naim Bey’in Batı kültürünü çok iyi bildiği, Avrupalı felsefecileri çok iyi tanıdığı ama kendi kültürünü de dosdoğru yaşayan bir adam olduğu için sevdi. Bestekar ve udi Şerif Muhittin Bey’in nasıl sevmezdi? Muhittin Bey sanatında zirveydi, sanatı ile Müslümanların sesini duyuruyordu. Batı ve doğu dillerini biliyordu. Bu sevgide Akif’in müziğe karşı merakının payı da büyüktü.
Mehmet Şevket Bey’i Nadir bulunabilecek kalbinden dolayı, Bosnalı Ali Şevki Efendi’yi de en zor konularda kendisine danışacak bir adam olmayı başardığı için sevdi. Eski Hersek Müftüsü Ali Fehmi Bey Bedir Savaşı’nı anlatırken o savaşa katılan şair sahabilerin şiirlerini de okuyabiliyordu. Bir adamın bildiğini bu kadar iyi bilmesi, Akif’in o adamı sevmesi için yeterdi.
Ahmet Nazmi Bey’i Peyamberimizin ağaç dikmek, hayvan yetiştirmek gibi konulara ait hadislerini araştırdığı o konularda kitap yazdığı için sevdi. Ahmet Nazmi fakir bir adamdı, ama bir arkadaşının sıkıntıya düştüğünü duyarsa kendi ekmeğini onun kapısına kadar götürürdü. Daima iyilik peşinde koşardı. Akif onun bu çırpınışlarını duydukça ağlar “Ahmet Nazmi bir sahabidir” derdi. Akif, çok arzuladığı gibi Hz. Peygamber’in Veda Hutbesini yazabilseydi o şiiri Ahmet Nazmi Bey’e ithaf edecekti.
Akif’in sevdiği insanlardan biri de Kebapçı Kamil‘di. Akif onun Kapalıçarşı’nın Nuruosmaniye Kapısı’ndaki dükkanına gururla gelirdi. Çünkü burası bir Türk’ün idare ettiği sahibi dürüst, yemekleri hilesiz bir yerdi. Akif onun insanlığına da hayrandı. Maaşların zamanında verilmediği bir dönemde bir müddet ona borcunu ödeyememişti. Buna rağmen her gittiğinde Kebapçı Kamil onu değişmeyen bir yüzle hep aynı saygıyla karşılamıştı. Maaşını alıp borcunu ödemek istediğinde de “Siz şiirler yazan Akif Bey değil misiniz? Sizden nasıl para alırım?“ diyerek parayı almak istememişti. Akif’in Kebapçı Kamil’e sevgisi vatan sevgisiyle karışarak ince bir şey oluyordu. O burada kendisine “Baklava ağır tatlı ben yemem” diyen bir arkadaşını kültürünü küçük görmekle suçlayacak kadar değerlerine düşkündü. Akif’te karpuz kabuğu bile vatandı.
Akif için dostları ya bir şey öğrettiği ya da birşey öğrendiği adamlardı. Ankara’da dostlarının neredeyse tamamı ona öğrenci oldu. Neyzen Tevfik’den ney üflemeyi öğrenirken ona Arapça dersi verdi. Heybeliada’da otururken Tahir Olgun, Akif’in kızı Cemile’ye İslam tarihi dersi veriyor, Akif de bu dersi duygulanarak dinledikten sonra Tahir Bey‘e Arap şiiri okutuyordu. Akif dostlarını da tanıtmak isterdi. Sevdiği insanları Şerif Muhittin’in Çamlıca’daki köşküne götürür, onların da Şerif Muhittin’i beğenmesinden zevk alırdı. Ferit Bey’in tanınması için çok çaba sarfetti. Arkadaşlarını “Kabe’ye Hacı taşır gibi“ Emrullah Efendi’ye taşıdı.
O dostlarına yakın olmak için evini de taşırdı. Emrullah Efendi için Bakırköy’e, Ali Şevki Bey için Topkapı’ya taşındı. Heybeliada, Abbas Halim Paşa’ya, Çamlıca Şerif Muhittin’e yakın olmak demekti. Beylerbeyi Çengelköy gibi semtleri de Hüseyin Kazım Kadri, Ferit ve Fatin Beylere yakın olmak için seçmişti. Çok sevdiği Dülger Hasan Baba için de Yayla Mahallesine taşındı. Şairin Seyfi Baba isimli şiirinde anlattığı hasta ve yoksul ihtiyar Hasan Baba’dır. Mehmet Akif arkadaşlarında daima yeni ve üstün nitelikler keşfederdi. Bu meziyetleri bazen o meziyetlerin sahipleri de bilmezdi. Mesela onu üniversitede edebiyat dersi verebileceğine inandırmak için Ferit Bey‘le ne kavgalar etmişti. Akif dostlarının sıkıntılarını onlardan daha çok hissederdi. Dostlarının kendi ıztıraplarını unutmuş oldukları anlarda bile o unutmazdı. Siz kendi derdiniz için onu teselli etmek mecburiyetinde kalırdınız. Dostlarının işleri için onlardan daha çok yorulurdu. Birinin derdine deva bulmak için dünyanın öbür ucuna gitmeye hazırdı. Arkadaşlarını dertsiz tasasız, işleri yolunda görmekten büyük zevk alırdı. Dostlarını onları sevmeyenlerin yanında da severdi. O dostlarını eksiksiz severdi.
Bir Ahlak Anıtı
Bir Cuma günüydü müthiş bir kar yağışı başlamış ulaşım durmuştu. O gün Akif Mithat Bey’e gelecekti. Ama bu imkansızdı. Ekmekçi, sütçü bile gelememişti. Öğleden sonra kapı çalındı, gelen Akif‘ti. Ev sahibi hayretler içinde “nasıl geldin?” diye sordu. Her nasılsa Beylerbeyi’nden kalkan bir vapurla Beşiktaş’a geçen Akif, karda, tipide oradan Çapa’ya kadar yürümüştü! Arkadaşı şaştıkça o da onun şaşkınlığına şaşıyordu. ”Ne vardı bunda? Geleceğim diye söz vermişim. Sözümü tutmamak için ancak ölmem lazımdı."
Akif, Ankara günlerinde bir gün eve çok üzgün geldi. Hasan Efendi’nin kızı Süheyla “Amca neyin var?” diye ısrarla sorunca içini döktü. Halide Edip Adıvar Hanım İstiklal Marşı için beni tebrik etmeye gelecekmiş. Geçen akşam bazı adamar, bu hanımın aleyhinde laflar etti. Onları susturmak görevimken susturamadım. Şimdi o hanım bize gelince yüzüne nasıl bakacağım? Ne güzel yazmışsınız dediğinde ne cevap vereceğim?”
Asım’ın yayımlanmasından sonra bir toplantı düzenlendi. Akif, Asım’dan parçalar okuyacaktı. Fakat buna meydan vermedi. Faruk Nafiz’e sürekli rica ediyordu. Haydi bir şiirinizi daha okuyun.“ Toplantı bittiğinde Mithat Bey sinirliydi. “Akif günü değil Nafiz günü yaptık. Niçin şiirini okumadın Akif. Çocuğun şiirleri varken ben nasıl kendi şiirlerimi okurum?" dedi. Arkadaşı daha sinirlendi. Nedenmiş o? Cevap tek kelimeydi. Ayıp.
İstanbul’dan bir zat Ankara’ya bir dilekçe göndermişti. Müftü olarak atanmak istiyordu. Yetkililer Akif’e sordu. Tanır mısınız, atamasını yapalım mı? Akif bu adamı iyi tanıyordu. Çünkü kendisini Darülhilafe Medresesi edebiyat hocalığından uzaklaştıran kişiydi. Yine de “atayın“ dedi. “Müftülük yapabilecek bilgi ve yeteneğe sahiptir.”
Akif’in ömrü boyunca yalan söylediğini duyan olmadı. Bir gün birisi anlattıkları için ona “Doğru mu?” deyince, “Bir daha bana bu kelimeyi tekrar etmeyiniz” diyerek uyardı. Sesi insan yüzü kadar anlamlıydı. Çok gerekmiyorsa söze karışmaz, her konuda fikir belirtmezdi. Konuşunca da sohbetine doyum olmazdı. Kim ne söylerse dinlerdi. Bunu doğru bulduğu kadar faydalı da bulurdu. Başkası bir kötülük ve hata yapsa utanan o olurdu. Herkesin iyiliğini düşünürdü. Kötülüğe iyilikle karşılık vermek isterdi. Sevemediği adama ondan daha büyük çıkarlar elde edebilecek olsa bile sokulmazdı. Mükemmel Fransızca bildiği halde konuşmalarına tek kelime Fransızca karıştırdığı görülmemişti.
Sanatında, memurluğunda, öğretmenliğinde, vatan görevinde daima doğru bildiğini ve iyisini yapmaya çalıştı. Yapmadığı bir şeyi kimseye tavsiye etmezdi.
Mehmet Akif erken yatar, erken kalkar az uyurdu. Uyanıkken yatakta yatana kızardı. İnsan uyanır uyanmaz yataktan çıkmalıydı. Güneş doğduktan sonra uyandığı çok nadirdi. Sabah kalktıktan sonra jimnastik yapar, soğuk suyla yıkanır ve sonra Kur’an-ı Kerim’den ezbere bir cüz okurdu. Tam bir sporcuydu. Büyükçekmece’de bir av sırasında vurulan ördek göle düşünce yüzerek alıp getirmişti. Kuruçeşme’de bir yalıya misafir olduğunda dayanamamış, Boğaz’ın serin sularında yarım saat kulaç atmıştı.
Bir gün Heybeliada açıklarında fırtınaya yakalanmışlardı. Akif küreklere asılmış kayığı büyük bir soğukkanlılıkla kıyaya yanaştırmayı başarmıştı. Yürümeyi çok severdi. Sordular. “Ne kadar yürüyebilirsiniz?” Akif “Sabahtan akşama kadar“ diye cevap verdi. İstanbul’da ayak basmadığı yer yoktu. Abbas Halim Paşa’nın kızı Prenses Emine’ye Mısır’dan yazdığı mektupta der ki “Doğup büyüdüğüm o aziz İstanbul’u öyle zannederim benim kadar pek az kimse bilir. Bize İstanbul’u ben gezdirmeliydim."
Bazen Nuruosmaniye Camii müezzini Hafız Kemal’in sesine dalar giderdi. Derler ki Akif o seste yükselen kubbeler, sütunlar görür. Kanuni Sultan Süleyman devrini dinlerdi. Bir gün ney üfleyerek Salim Bey’in bir Hicaz şarkısını çalmaya çalışır, bir gün Yunus Emre’nin bir ilahisiyle kendinden geçerdi. “Kamunun derdine derman bulunur; şu benim derdime derman bulunmaz.“ Fakat bir hayatı vardı. Nice zengin ve büyük makam sahibi dostları, hayranları olan bu adam bir evden bir eve taşınırken gece vaktini tercih ederdi. Eşyalarını görmesinler diye...
Akif ve Bilgi
Mehmet Akif, Namık Kemal’in oğlu şair Ali Ekrem Bey’le ilk tanıştığında onun elini öpmüştü. Aradan zaman geçti Ali Ekrem Bey Akif’den bahsediyordu. “Kur’an‘ı aç anlatsın, Hadis sor söylesin. Avrupalılardan, Araplardan, Acemlerden bir eser ver açıklasın. Babam onu tanımalıydı!" O sırada Akif içeri girdi. Ali Ekrem bey yerinden fırladı, Akif’e sarılıp büyük şairin ellerini öptü. Akif bildiğini tam bilen bir adamdı. Hilvan’da birkaç Arap profesörle Arapça bir kelimenin anlamı üzerinde tartışıyorlardı. Araplar, sözlük ne diyor bakalım dediler, baktılar, Akif haklıydı. Akif çok güçlü bir hafızaya sahipti, ezberinde binlerce beyit vardı. Türkçe, Arapça, Farsça bütün ünlü şiirleri bilirdi. Bunlardan biri kendisine biraz okunursa şairini hemen söylerdi. Çok sayıda Fransızca şiir de ezberindeydi. Firdevsi, Enveri, Hafız, Sadi ve Mevlana ile daha nice şair ve bilgini “kendi hocalarıymış gibi tanıyor, biliyor ve bunların eserlerini ezbere okuyordu. Fransız edebiyatına hakimdi. Fransızca üzerinden Avrupa’nın bütün önemli eserlerini okumuştu. Bu eserler kütüphanesinde de vardı. Shakespeare’den Milton’a, Byrondan Anatole Franecea kadar birçok önemli yazarı eserleriyle birlikte incelemişti. Alexsandre Dumas ve Lamartin’i çok beğenirdi.
Kütüphanesinde okumadık bir kitap yoktu. Bir kitabı birkaç kere okurdu, önce baştan sona bir çırpıda, sonra inceleyip eleştirerek yavaş yavaş. O kitap ne öğretiyorsa onu tam öğrenmeden kitabı elinden bırakmazdı. İyice anlayamadığını düşündüğü konuları o konuları iyi bilenlere sorardı. Hazır cevaptı. Konuşma sırasında hafızasındaki binlerce şiir, atasözü, fıkra, nükte ve kıssadan en uygununu hemen seçer ve kullanırdı. Güzel sözleri başkalarının da öğrenmesini ister, bunun için gerektikçe tekrarlardı. Atasözlerini çök iyi bilir ve severdi.
Akif ve Vatan
Ankara’da bir gün maarif vekaletine gitmişti kolunun altında hiç yanından ayırmadığı büyük ve ağır bir sözlük vardı. Ona biraz yardım etmek isteyen Maarif Vekili, "sözlüğünü tercüme dairesi için bize sat, taşımaktan kurtul, istediğin zaman da al kullan" dedi. Bu ne güzel teklifti böyle hem para kazan hem sözlüğü kaybetme. Akif hiç düşünmeden asık bir yüzle cevap verdi: "Devlete birşey satılmaz, hediye edilir. Bu sözlüğe ihtiyacım olmasaydı hediye ederdim."
Akif büyük bir vatanseverdi, vatanını eserlerinden bile kıskanırdı. "Şiirlerimin beğenilmesinden hüzün duyuyorum. Memleketimin edebiyatı o kadar gelişmiş olmalıydı ki kimse beni beğenmemeliydi" diyordu. Sahte şöhretleri bile sahte oldukları için değil vatan ve millete verecekleri zarardan dolayı kızardı. Başka milletlere adam diye bunları mı göstereceğiz? Bunlara bakıp bizim sanatımızı, işlerimizi, milletimizi küçümsemezler mi? O bütün dünya her alandaki bizdeki iyi örnekleri görsün isterdi.
Mehmet Akif bu topraklarla ve bu toprağın insanlarıyla bütünleşmişti. Bir gün Sebilürreşad’a bir köylü geldi ve Akif’i sordu, şairi ona gösterdiler. Köylü gitti Akif’in ellerine sarıldı. Bir yandan da "sen misin o güzel şiirleri yazan adam? Sen misin" diye haykırıyor, ağlıyordu. Akif de ağlamaya başladı. Başka bir gün birisi Akif’e “Kız kardeşinizin ölen kızı Selma için yazdığınız şiir ne kadar içliydi. Hala tekrar tekrar okur zevk alırım” dedi.
O sıralar Balkan savaşı sürüyordu. Akif’in gözlerine bir bulut indi. Adama cevabı “Şimdi bunlarla uğraşmaya dayanamam“ şeklinde oldu. "Kardeşim vatan yanıyor!” Onun hiç tanımadığı halde yürekten sevdiği insanlar bu memlekete iyilik ve hizmet eden insanlardı. Sivas Valisi Reşit Paşa’yı aylığını fakirlere dağıttığı için sevdi. Damat Kenan Bey’i Fransa'nın en zorlu okulu Madenler Mektebini hem de iyi dereceyle ilk bitiren Türk olduğu için sevdi. Sedat Zeki Bey’i Avrupa dillerini en iyi bilen Türk olduğu için sevdi, Hakim Yahya Reşit Efendi’yi devleti büyük zarara uğratacak fakat kendisini büyük servete boğacak rüşveti reddettiği için sevdi. Gazi Osman Paşa’yı Plevne’yi savunurken gösterdiği yiğitlikten dolayı sevdi.
Mehmet Akif’in Davası
Müslümanların Kur’an‘a zıt bir hayatın içine düşmüş olmaları Akif’in en büyük derdiydi. İslam dünyasının esaretten ve gerilikten kurtulmasını istiyor, bunun sağlanabilmesi için de eski gücüne kavuşmuş bir Osmanlı Devleti hayal ediyordu. Onun davası, din, devlet ve vatandı. Gün oldu felaketler vatan üzerine yığıldı. Balkan Harbi ve 1. Dünya Savaşı, Anadolu’yu bile tehdid edince, Akif bütün dikkatini vatana yöneltti. 1912’den 1922‘ye kadar on yıl süren savaş boyunca her mısraı ile her dakikası ile vatanın ve devletin emrinde çalıştı. Osmanlı devletini kuran Türklerin vatanlarını kaybederek esir olmaları başka bir müslüman milletin esir olmasına benzemezdi. Çünkü İslam'ı, İslam düşmanlarına karşı yüzlerce yıl savunmuş müslümanları korumuş olanlar onlardı. Akif’i göre esaret altında yaşayan müslümanların büsbütün yok edilmelerini veya hristiyanlaştırılmalarını önleyen gücünü kaybetmiş olmasına rağmen Osmanlı Devleti idi.
Akif ve Toplum
Akif, Asım adlı şiirinde bütün umudunu bağladığı Asım’a şöyle seslenir.
Hadi tahsilini ikmale tez elden, hadi sen
Çünkü milletlerin ikbali için evladım
Marifet, bir de fazilet... İki kudret lazım
Akif, Asım’dan bir an önce öğrenimini bitirmesini istiyordu. Çünkü bir millet yükselmek için şu iki güce muhtaçtı. İlim–teknoloji ve yüksek ahlak. Bu dizeler Akif’in toplumun güçlenmesine milletin kalkınmasına dair görüşlerini hemen özetler. Mehmet Akif, toplumun uyuşukluktan, cehaletten, teslimiyetten kurtulmasına canlı, çalışkan ve gururlu olmasını istiyordu. Bunun için insanlar dinlerini öğrenmeli, ona uygun yaşamalıydı. Fakat bazıları İslam’ı yanlış anlamış, onu tembelliklerine, cehaletlerine bahane olarak kullanmıştı. Akif bu yanlış ve tehlikeli tutumla sürekli mücadele halindeydi.
Prof. Şerif Aktaş, “O yeni bir insan tipi istiyordu. Çünkü o devrin insanından şikayetçiydi” der. Onun istediği insan “Elimden ne gelir? Ben çaresiz bir vücudum demeyen, Ben varım! diyerek gücünü ortaya koyan insandır."
Mehmet Akif‘e göre yapılan her işin, söylenen her sözün topluma bir faydası olmalıdır. Bu görüşüne o kadar bağlıydı ki annesini hacca 74 yaşındayken gönderebilmiş olmasına üzülüyordu, “Ne yazık ki hacda etrafındakilere bir faydası dokunmayacak."
Mehmet Akif, fen bilimlerine çok önem veriyordu, ona göre okullar hem ahlaklı hem de bilgili gençler yetiştirmeliydi. Müslümanlar bilime yönelmeli, işlerini bilimin ve aklın ışığında yapmalıydı. Ahlaksızlık gibi bilimden uzaklaşmak da toplumu çürütürdü.
Akif halkın yeniliklere direnmesine de aydınların Avrupa’nın her şeyini taklid etmeye kalkışmasına da karşıydı. Çünkü o taklitçiliğin amansız bir düşmanıydı. Şöyle der "Her şeyi taklid olan bir milletin fertleri de insan taklidi demektir. Onlar gerçek bir sosyal topluluk vücuda getiremez, dolayısıyla yaşayamaz.“ Akif, kişi toplum ve millet çapında Müslümanların üzerinde herhangi bir yabancı egemenliğini şiddetle reddetmiştir.
Ruhumun senden ilahi şudur ancak emeli
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli